12 Ocak 2022 Çarşamba

Bioarkeoloji; Dünya’da ve Türkiye’de Uygulama Örnekleri


Ders için yapılmış olan bir ödevdir.   


Bioarkeoloji Nedir?


Bioarkeojinin Tanımı


Bioarkeoloji, insanın biyolojik kalıntılarını arkeolojik bağlamda inceleyen bir yaklaşımdır. Paleoosteoloji ya da Osteoarkeoloji isimleriyle de tanındığı ülkeler bulunmaktadır. Bioarkeoloji ismi, “biyoloji” ve “arkeoloji” kelimelerinin birleşmesinden oluşmaktadır. Bu araştırmalarda özellikle yararlanılan kaynaklar insana bağlıdır. Bu kaynaklar nelerdir; insan kemikleri, dişleri, dışkısı vb. Bioarkeolojinin kullanımı özellikle insanı ve çevresini anlamlandırmak için kullanılmaktadır. Bioarkeoloji bu bağlamda insan hakkında sorulabilecek birçok sorunun cevabına yaklaştırıyor diyebiliriz.

Bioarkeolog

University of York


Bioarkeoloji ile ilgili çeşitli araştırmaları yapan ve geçmişte yaşamış olan insanlar hakkında bilgiler sunan kişilere bioarkeolog denmektedir. Bir bioarkeolog aşağıdaki özelliklere sahip olmalıdır:

  •     İnsan kemiklerini tanıyabilmeli ve ayırabilmelidir.
  •     Bioarkeolojik çalışmalarda kullanılabilecek analiz yöntemleri hakkında bilgi sahibi olmalıdır.
  •     Analizlerin ortaya koymuş olduğu sonuçları yorumlayabilmelidir.
  •     Araştırmada çıkan sonuçları raporlayabilmeli ve gerekli durumlarda yayına hazırlayabilmelidir.

Bioarkeolojinin Tarihi


Bioarkeolojinin tarihi Fiziksel Antropoloji ve Osteoarkeoloji tarihi ile beraber anılmaktadır. Fiziksel Antropoloji ile alakalı ilk yazılı eser 18. yüzyılda verilmiştir. Bioarkeoloji ise 1971 yılında İngiliz Arkeolog Graham Clark'ın Zooarkeoloji bilimine karşılık biyolojik insan araştırmaları yapan bir bilim tanımlamak istemesiyle yer edindi. (Knüsel, 2010) Kendisi paleoekonomi alanında çalışmaktadır ve bazı tanımlamalara ihtiyaç duymuştur. Bu daha çok yaklaşımın bir isim kazanmasını sağlamış fakat ayrıntılı bir açıklama sunmamıştır. Bioarkeolojinin yeniden tanımlanması ve farklılık kazanması ise 1977 yılında Antropolog Jane Ellen Buikstra sayesinde olmuştur. 1980lerden itibaren yayılmaya başlamıştır. Amerikalı iki Antropolog Clark Spencer Larsen ve George J. Armelagos ile arkeolojik alanlarda daha fazla yer edindi. Türkiye'de insan kemiklerine ilişkin çalışmalar 20. yüzyılda başlamıştır. Fiziksle Antropoloji adı altındaki bu çalışmalar özellikle protohistorik dönem kazılarda kullanılmıştır. Bioarkeoloji adı altındaki çalışmalar ise 21. yüzyıl başından itibaren ağırlık kazanmıştır. Günümüzde Türkiye’de de bioarkeolojik çalışmalar önem kazanmıştır.

Bioarkeoloji Ne İçin Kullanılır?

Bioarkeolojik Araştırmaların Amacı


Her bilim ve yaklaşımda olduğu gibi bioarkeolojide de belli bir amaç doğrultusunda araştırmalar yapılmaktadır. Bu amaçları şu şekilde sıralayabilirim:

  •     İnsan biyolojik kalıntılarına farklı yaklaşımlar sunmak.
  •     İnsan üzerine yapılan araştırmaları arkeolojik bağlamda sunmak.
  •     Biyolojik insan kalıntılarını; beslenme, sağlık, sosyal hayat vb. konularda kaynak olarak kullanmak.


Bioarkeolojik Araştırmanın Sonuçları

Bioarkeolojinin kullanımında elde edilen birçok sonuç bulunmaktadır. Bu sonuçlar geçmiş insanının biyolojik, sosyal ve kültürel yapıları hakkında bilgi vermektedir. Sonuçlar ile yapılan diğer arkeolojik çalışmalar ile birleştirildiği zaman daha kapsamlı yaklaşımlar ortaya konabilir. Bioarkeolojinin sunmuş olduğu sonuçlardan sadece bir kısmı hakkında bilgi vereceğim.

1. Köken

Köken kavramı, günümüzde kullanılan “ırk” kavramı ile karıştırmamalıdır. Burada bireyin veya atasının kökeni hakkında bilgi edinmek amaçlanmaktadır. Belirlenen köken bilgileri ile bireylerin veya toplulukların yapmış olduğu göçler, yerleşimin nüfusu vb. konular hakkında çeşitli fikirlerin ortaya konmasını sağlar. Bu durumda köken araştırmasının yerleşim alanının demografik koşullarını anlamamızı sağlayacağını belirtebiliriz.

2. Yaş ve Cinsiyet

Bioarkeolojinin özellikle en çok kullanıldığı alanlardan ikisi yaş ve cinsiyettir. Bu topluluklardaki yaş ve cinsiyet dağılımı hakkında bilgi edinmemizi sağlar. Yaş ve cinsiyet yerleşimdeki demografik koşulların incelenmesinde önemli bir adımdır. Ayrıca ölüm yaşlarının bağlantıları ve ölüme sebep olabilecek farklı olasılıkları da görmemizi sağlar.

3. Sağlık ve Hastalıklar
Bioarkeoloji bireylerin sağlık durumu ve geçirdiği hastalıklar hakkında bilgi edinmemizi sağlar. Topluluğu etkileyebilecek bir hastalık ya da salgının olma durumunu anlamamızı sağlar. Böylece yerleşimdeki hayatı etkileyen sağlık unsurları ve ölüm nedenleri hakkında bilgi sahibi olabiliriz. Araştırma, sadece fiziksel hastalıklar için değil psikolojik stres gibi rahatsızlıklar için de kullanılabilmektedir. Stres, yaşa ve sosyal – çevresel koşullara göre değişebilmektedir. (Larsen, 1997)  Bireylerdeki psikolojik stres izlerinin bilinmesinin yararı nedir? Topluluktaki stres seviyesi ve olası nedenleri hakkında çeşitli fikirlerin ortaya konulmasını sağlar. Stres sosyal veya doğal sebeplerden olabilir. Stres oranına ve izlerine bakarak nedeni hakkında çıkarım yapabilmek mümkündür.

4. Görünüm
Bioarkeolojik çalışmalar bireylerin kalıtımsal görüntüleri hakkında bilgi vermektedir. Özellikle gelişen teknoloji ile birlikte bu çalışmalar üç boyutlu tasarımlar ile canlanabilmektedir. Görünüm üzerine yapılan araştırmalar geçmiş insanlarının sahip olduğu görünüş hakkında bize bilgi verirken evrimsel sürecin daha iyi anlaşılmasına da yardımcı olabilir. Ayrıca geçmiş insana ait görünümlerin üç boyutlu olarak insanlara sunulması çalışmalara olan ilgiyi artırabilir.

5. Diyet
Bir birey veya topluluk hakkında en iyi bilgiyi beslenmesi vermektedir. Tercih edilen besinler nelerdi? Protein ağırlıklı mı yoksa karbonhidrat ağırlıklı mı besleniyorlardı? Bu durum farklı şekillerde oluşan diyetleri görmemizi sağlayacaktır. Diyet araştırmalarında en iyi bilgi kaynağı koprolit ve çamurlu alan örnekleridir. Bu iki örnek tipi besinlere ait kalıntıların korunmasını ve daha sağlam bir şekilde günümüze ulaşmasını sağlamıştır. Bir insanın beslenmesi hakkında elde edilen bilgi bize yaşadığı çevresel koşullar ve sosyo-kültürel yaşamı hakkında da bilgi verir.

6. Yaralanmalar

Fiziksel aktiviteler her zaman insan yaşamının bir parçası olmuştur ve doğal olarak bu aktiviteler sonucunda bazı yaralanmalar yaşanabilmektedir. Bu yaralanmaların araştırması bioarkeoloji ile yapılabilmektedir. Araştırmalar ile bireyin neden ve nasıl yaralandığı hakkında bilgi sahibi olabilmektedir. Bu durum bireyin ölüm sebebi, yaşam koşulları ve hatta fauna olmak üzere farklı konularda fikir yürütmemizi sağlamaktadır. Yaralanma izine bakarak bir alet mi vahşi hayvan mı ya da farklı bir şey mi olduğunu anlama olanağı da bulunmaktadır.

Bioarkeoloji Nasıl Yapılır?

Bioarkeoloji Modeli


Biorkeoloji modeli yukarıda bahsetmiş olduğumuz sonuç seçeneklerine göre birbirine bağlı üç noktadan oluşmaktadır; Arkeoloji, Biyoloji ve Sosyal Teori. Bunların üçü birbirini etkiler ve doğrudan bioarkeoloji ile bağlantılıdır. Bioarkeoloji ile bağlantıları nelerdir?

  • Arkeoloji: Radyometrik tarihlendirme, mezar tipolojisi, sanat, ikonografi vb.
  • Biyoloji: Demografi, diyet, hastalık, günlük yaşam, biyolojik farklılık vb.
  • Sosyal Teori: Çevre, ekonomi, göçerlik, kimlik, hiyerarşi vb.


Bioarkeolojik Araştırma ve Analiz Yöntemleri

Bioarkeolojik çalışmalarda kullanılan birçok araştırma ve analiz yöntemleri bulunmaktadır. Bu yöntemler araştırmanın amacına ve istenilen sonuca göre değişkenlik göstermektedir. Bioarkeolojik araştırma ve analiz yöntemlerinden bazıları hakkında bilgi vereceğim.

1. Arkeolojik Kazı

Geçmiş dönemde yaşamış birey ve topluluklara yönelik her çalışmanın başlangıcında arkeolojik kazı ve diğer araştırma yöntemleri bulunmaktadır. Bioarkeolojik çalışmalar için de bu durum geçerlidir. Bioarkeolojinin temelini oluşturan biyolojik insan kalıntıları arkeolojik kazılardan elde edilmektedir. Bu yüzden bir bioarkeolojik çalışmanın ilk aşamasını oluşturuyor diyebiliriz. Arkeolojik kazılarda elde edilen biyolojik insan kalıntılarının örnek olarak alınması hassasiyet gerektiren bir eylemdir.

2. Kemik ve Diş İncelemeleri


Kemik ve diş incelemeleri birçok farklı şekilde yapılabilmektedir. Bazen mikroskobik çalışmalar da gerektirebilmektedir. Kemik üzerinde yüzeysel çalışmalar ile yaralanmalar, kemik enfeksiyonları vb. konularda bilgi verebilir. Diş üzerinde yapılan çalışmalar diyet, diş rahatsızlıklar vb. konularda bilgi verebilir. Bununla beraber psikolojik stres de kemik ve dişler aracılığıyla fark edilebilmektedir. Psikolojik stres, bireyin göz çukurlarında travmaya ve dişlerinde deformasyona yol açabilmektedir.(Larsen, 1997)  Stresli bireylerin dişlerini sıkması veya birbirine sürtmesi buna sebep olmaktadır.

3. İzotop Analizleri

 http://www.poweredbyosteons.org/

Tam adı İzotop Oranı Kütle Spektrometresi’dir. İzotop analizinin sonuçları hangi izotop üzerine çalışma yapıldığına göre değişiklik göstermektedir. İzotop analizi diyet, tarih, sağlık, çevresel yapı vb. konularda bilgi verilmektedir. Bu analiz yöntemi nasıl yapılmaktadır? İzotop, proton sayıları benzerlik gösteren elementler verilen addır. İkiye ayrılmaktadırlar; Duraylı (Kararlı) ve Radyoaktif İzotoplar. Çevresel koşullar hakkında bilgi edinmek için genelde duraylı izotoplarda analiz yapılmaktadır. Bu analiz yöntemleri için insana ait biyolojik kalıntıdan ufak bir parçanın kullanımı yeterli olmaktadır.(http://www.poweredbyosteons.org/) Radyoaktif izotop analizi için karbon tarihlendirmesi yöntemini örnek verebiliriz. İzotop analizi yönteminin kullanıldığı iki durumdan (duraylı ve radyoaktif izotop ) bahsedeceğim.

İklim ve Çevre

İzotop analizleri insanların bulunduğu çevresel koşullar hakkında bilgi sahibi olmamızı sağlamaktadır. İnsan biyolojik kalıntılarında bulunan Nitrojen, Karbon vb. elementler sayesinde bu sonuçlar elde edilmektedir. Çevrede bulunan fauna ve dönemin iklim koşulları ile yapılan etkileşim çeşitli elementlerin insan vücudunda yer edinmesini sağlar.(Ambrose veKrigbaum, 2003) Bu elementler izotop analizleri ile ölçülebilir bir değer haline gelir. Sayı ve özelliklerine göre insanın yaşadığı iklimin ve buna bağlı olarak oluşan çevresel koşulların anlamlandırılmasını sağlar.  

Analizler ile insanın yaşam koşullarının tanımlanması ve bu yaşam koşullarına bağlı olarak insanın yaşamış olduğu biyolojik veya sosyal değişikliklerin yorumlanması sağlanmıştır. Bu analiz yöntemleri hayvan kalıntıları için de uygulanmakta ve hayvanların yaşamı hakkında da bilgi sunmaktadır.

Strontium

Strontium kimyasal bir element ve bundan dolayı da radyoaktif bir izotoptur. Birçok çevresel unsurda farklı koşullarda yer alır. Özellikle prehistorik insanın göç durumunu anlamak için kullanılabilmektedir. Strontium önceden jeolojik çalışmalarda kullanılırdı. Daha sonradan insan yerleşimi ve temiz (içilebilir) su kullanımı hakkında da bilgi sahibi olmamızı sağlamıştır. Su kaynaklarında bulunan strontium miktarı da çeşitlerine göre değişiklik göstermektedir. Göç eden insanların kemiklerinin farklı noktalarında farklı strontium miktarı ile karşılaşmak mümkündür. Bu yüzden farklı noktalardan alınan kemik ve diş örnekleri karşılaştırılabilir. Bununla beraber aynı yerleşimde yer alan insanlarda strontium oranı değişkenlik gösterebilir. Değişkenlikler; yaşa, cinsiyete ve yerleşim alanından çıkış sıklığına bağlı olabilir.(Bentley, 2003)

4. Patolojik Yöntemler

Patoloji, hastalıkları araştıran bilim olarak bilinmektedir. Arkeolojik kazılarda bulunan biyolojik kalıntılar aracılığıyla yapılan hastalık araştırmaları ise Paleopatoloji adı altında yapılmaktadır. Bu araştırmada biyolojik kalıntılardan alınan örnekler mikroskobik olarak incelenip çeşitli analizlere konu olur. Böylece bireyde yer alan hastalıklar ortaya çıkar. Sadece insanlara için değil, hayvanlar için de paleopatolojik araştırmalar yapılmaktadır. Yapılan tüm paleopatalojik araştırmalar geçmişte yaşanmış olan hastalıklar hakkında bilgi verir ve bu bilgilerin gelecekte karşılaşılabilecek hastalıklara karşı kullanılmasını sağlar. Popüler paleopatolojik çalışmalardan bazıları; Kara veba, tüberküloz ve frengidir.

5. Antik DNA


Akbaba (2017)

Antik DNA (aDNA) canlıların moleküler tarihini araştırmak için kullanılan bir yöntemdir. Evrim ve filogenetik ilişkiler, kimliklendirme, soy ve akrabalık ilişkileri, cinsiyet tayinleri, hastalıkların kökeni ve yayılımı, soyu tükenmiş canlıların biyolojik özellikleri ve canlıların göç yollarının belirlenmesi Antik DNA’nın başlıca çalışma konularıdır.(Akbaba, 2017)  Bu araştırmalar için insana ait moleküler özelliklerin belirlenmesini sağlayacak kalıntılara gerek duyulmaktadır. Antik DNA çalışmalarında sonuç elde edilmesini sağlayan bazı moleküler buluntu tipleri; otozomal DNA, cinsiyet kromozomları, amelogenin (AMELX and AMELY), mitokondrial DNA, kroloplast, SRY (sex-determining region Y), STS (steroid sulfatase) vb.

Antik DNA araştırmaları sırasında gerek kazı alanı gerekse laboratuvar çalışmalarında DNA’nın korunmasına dikkat edilmesi gerekmektedir. Kazı alanında DNA örneklerini içeren buluntular ilgili alanda çalışan ve koruma yöntemlerini bilen kişiler tarafından alınmalıdır. Antik DNA çalışmaları insanlarla sınırlı değildir ve hayvan ya da bitkiler için de yapılabilmektedir. Bu da dönemin fauna ve florasını tanımak, evrim sürecini anlamak, soyu tükenmiş olanların belirlemek gibi sonuçların ortaya çıkmasını sağlamaktadır.


Çatalhöyük’teki Bioarkeolojik Çalışmalar

Konya şehrinde yer alan Çatalhöyük arkeolojik kazısı biyoarkeolojik çalışmalar konusunda verilebilecek güzel örneklerden biridir. Bu biyoarkeolojik çalışmaların sonuçlarından bazıları şu şekildedir:

 

(Larsen ve Knüsel, 2019)
 

  • Doğum oranı: Çocuklara bağlı kalıntılardan ölçülmüştür.
  • Karbonhidrat Tüketimi: Karbon izotop oranları ölçülmüştür.
  • Protein Tüketimi: Nitrojen izotop oranları ölçülmüştür.
  • Hanedeki Yabancılar: Hane içerisinde bulunan ve akraba olmayan bireyler hakkında yapılan çalışmadır. Karbon ve nitrojen izotop analizi ile dental uyum çalışmaları yapılmıştır.
  • Göçerlik ve İş Yükü: Yetişkinlerde ve çocuklarda yapılan bir çalışmadır. Uzun kemiklerde yapılan analizlerden anlaşılmıştır.
  • Psikolojik Stres: Dişlerde oluşan deformasyonlardan anlaşılmıştır.
  • Hastalıklar: Paleopatolojik yöntemler sonucu çeşitli hastalıklar belirlenmiştir. Ayrıca kemik ve ağız – diş incelemelerinde de enfeksiyonlar görülmüştür.


Çatalhöyük’te yapılan biyoarkeolojik çalışmalar ile yerleşimdeki demografik unsurlar hakkında bilgi edinilmiştir. Yapılan göçler, yerleşime gelen farklı insanlar ve bu insanların yerel topluluk ile olan bağlantısının yorumlanmasında yardımcı olmuştur.




24 Mart 2020 Salı

Cellini - Perseus Heykeli


  Merhaba arkadaşlar, bugün size çok sevdiğim bir heykelden bahsedeceğim. Heykeli Benvenuto Cellini isimli bir sanatçı 1545 - 1554 tarihleri arasında yaptı. Heykel tamamen bronzdur. Heykelin yapımını ve arkasında yatan mitolojik hikayeyi anlatmadan önce size Cellini'den biraz bahsetmek istiyorum.


  Cellini, tam ismiyle Benvenuto Cellini 3 Kasım 1500 tarihinde Floransa'da doğdu ve 13 Şubat 1571 tarihinde Toskana'da öldü. Kendisi kuyumcu, heykeltraş, tasarımcı, asker ve müzisyendi. Yani kısacası on parmağında on marifet bir insandı. 15 yaşındayken babası ona kuyumcu dükkanında çalışmasını söyledi ve o da başladı ama Cellini biraz yaramaz - öfkeli biriydi. Bir kavgaya karıştı ve Siena'ya 6 aylık bir sürgüne gönderildi. Siena'dan Bologna ve Pisa gibi yerlere gittikten sonra Floransa'ya döndü. 19 yaşındayken Roma'ya Papa tarafından çağrıldı. Orada Leda ve Kuğu adlı çalışmasını tamamladı. Roma'ya yapılan bir saldırı sırasında orada bulunuyordu ve saldırıyı düzenleyenlerden ikisini öldürdüğü söylenmektedir. Ceza almamıştır. Roma'daki güçlü kişiler sayesinde Floransa'ya geri dönmüştür. Cellini hakkında bilinen kötü olaylar bununla sınırlı değildir. Kendisinden küçük erkek asistanlar ile (ki bunlar genelde 15 - 20 yaş arası çocuklar oluyor) birlikte olduğu söylenmektedir. Hatta asistanlardan birinin annesinin şikayeti üzerine Cellini ile bir konuşma yapılmış. Asistanının "beni yatakta karısı gibi kullandı" şeklinde bir açıklaması olduğu da söylenmektedir.

  Gelelim o meşhur "Medusa'nın kafasını tutan Perseus" heykeline. Tabii ki Mdiciler için yapıldı Bu heykeli 9 yılda yaptı çünkü tamamen bronzdan olacaktı ve çok büyüktü. O zaman Floransa dükü olan Cosimo I de Medici'nin ona bu heykeli tamamlamasının zor olduğunu söylediği dedikodusu vardır. Cellini sonunda heykeli yaptı ama bronz bir heykeli nasıl yaparsınız?



Çizimler: Khan Academy

 Öncelikle bir kil kalıp hazırlanıyor. Heykel öncelikle balmumundan yapılıyor. Sonra Sıcak bronz döküm noktasından dökülüyor ve mum eriyor yerini bronz alıyor. Tabii ki büyük heykellerde bu daha zor oluyor. Çünkü; Bronzu dökerken soğuyabiliyor. İki defa döküm yapılsa iki parça ayrı ayrı duruyor çünkü sıcaklık farkı oluyor. Yani hem sıcaklığın hem de zamanlamanın çok iyi ayarlanması gerekiyor.


  Perseus kimdi ve Medusa'yı neden öldürmüştü?

  Pek çok farklı kaynakta farklı anlatımlar göreceksinizdir. Ben size en güvenilir kaynaklardan biri olan Azra Erhat'ın Mitoloji Sözlüğü'nden ve Yunan ile Colette Estin'in Roma Mitolojisi'nden bu hikayeyi aktaracağım:

  Perseus, Zeus ile Danae'nin oğludur. Danae, Argos prensesidir yani Akrisios'un kızıdır. Uzun uğraşlar sonunda kazandığı Argos'u bir erkek varisi emanet etmek isteyen Akrisios'un yolu bir kahine düşer. Kahin ise ona bambaşka bir haber verecektir. Bu haber Danae'nin doğuracağı erkek çocuğun Akrisios'u öldüreceğidir. Bundan çok korkan Akrisios, Danae'yi tunç - bronz örtülü bir odaya hapseder. Bu Zeus'u durduracak mıdır? Tabii ki hayır. Zeus altın yağmuru olur ve odanın içerisine girerek Danae'yi hamile bırakır. Perseus doğduğu zaman Akrisios anlatılan Zeus ve altın yağmuru hikayesine inanmaz. Danae ile Perseus'u bir sandığa koyup denize atar. Ana oğul Seriphos adasına çıkar ama orada da şans yüzlerine gülmez. Adanın kralı Polydektes'in kardeşi Diktys'in yanına sığınırlar. Polydektes, Danae'ye göz koyunca Perseus'u uzaklaştırmak ister. Ne yapayım, ne yapayım diye düşünür ve sonunda "Koçum sen git bana bir Medusa'nın başını kap gel" der. Böylece Perseus macerasına atılır. Sanki hiç macerası bitiyormuş gibi.

  Perseus'a Gorgoların (Medusa, Euryale ve Sthenno kardeşler) mağarasını koruyan Graialara kadar Athena ile Hermes eşlik eder. Gorgoların arasında en çok bilinen Medusa'dır.

Gorgoları da doğuran Keto'dur
Ünü büyük Okeanos'un ötesinde,
Geceyle gündüzün sınırlarında otururlar
İnce sesli Batı kızlarının yurdunda;
Sthenno, Euryale ve bahtsız Medusa;
Medusa ölümlüydü, oysa ki kız kardeşi
Ne ölüm bileceklerdi, ne ihtiyarlık.
Buna karşılık yalnız Medusa girdi
Masmavi yeleli tanrının koynuna
Bahar çiçekleriyle dolu taze çimenlerde.

  Hesiodos böyle bahsediyordu Medusa. Zavalli ve güzel Medusa. Poseidon'un gözü onda kalmıştı. Sonunda isteğine kavuşup zorlar Medusa'ya sahip olmuştu. Üstelik Athena'nın tapınağında. Bunun üzerine Athena, Medusa'yı lanetler. Altın rengi saçları yılana dönüşür ve baktığı insanlar taş olur.

  Neyse hikayeye geri dönelim. Perseus Graiaların yanına gelmiş. Perseus'a Athena kalkanını, Hermes ise ona kanatlı sandaletlerini,   keskin çelikten bir orağı ve Hades'in başlığını verirler. Üç tane Graia bulunmaktadır. Bir tane gözü paylaşmaktadırlar. Nöbet sırası kime gelirse o gözü alır ve nöbete başalr diğerleri uyurdu. Perseus bir şekilde o gözü ele geçirir ve sonunda Graiları kandırmanın yolunu bulup içeri girer. Perseus içeri girdiğinde Gorgolar uyuyordu. Athena'nın ona kalkanını verirken tembihlediği şeyi yaptı. Medusa'ya asla doğrudan bakmadı ve kalkanı ayna gibi kullanarak yansımasına baktı. Medusa'nın başını kesti ve o baştan Pegasus ile Khrysor fışkırdı. Perseus, Pegasos'a binerek yoluna devam etti. Hikayenin devamını bugünlük anlatmayacağım çünkü heykele konu olan kısım bu kadar.

  Şimdi heykeli inceleyelim:




  Burada Perseus'un ayakları altında yatan Medusa'nın bedenini görüyorsunuz. Medusa'nın kafasının kesildiği yerden kan yerine yılanalrın çıktığı da detaylardan biridir. Ayrıca Hermes'in vermiş olduğu kanatlı sandaletler de Perseus'un ayağında duruyor.






  Medusa'nın saçlarında bulunan ve kan yerine çıkan yılanlar görülüyor.





  Hades'in başlığını takan Perseus. Başlıkta Hades'e özgü işaretler görünüyor. Bu başlığın takan kişiyi görünmez yaptığı bilinmektedir.


  Perseus'un elinde tanrilar tarafından yapılan keskin orak duruyor. Vücut hatlarının belli olduğunu görüyoruz. Ayrıca Benvcenuto Cellini yazıyor.



  Burada heykelin altındaki kaideyi görüyorsunuz. Kaidede Jupiter (Zeus), Merkür (Hermes), Minerva (Athena) ve Danae heykelleri bulunuyor. Bu heykeller de bronzdan yapılmış. Heykelin kendisinin orijinal olduğu ve bakım gördüğü söylenmektedir. Bununla beraber kaidede bulunanların müzeye gönderildiği ve meydandakilerin replika olduğu bilinmektedir.

18 Eylül 2019 Çarşamba

Eski Çağlardaki Göçlerle İstanbul


İnsanlar tarih öncesi çağlardan beri göç halindeydi. Afrika’da gelişen insan ırkından ilk olarak Afrika kıtasından dışarı çıkan insan ise Homo Erectus’tur. Homo Erectus fosilleri Kenya, Çin, Etiyopya, Endonezya, Vietnam, Gürcistan, Macaristan, Türkiye gibi yerlerde görülmektedir. Türkiye’de Denizli ilimizde bulunan ve “Denizli Adamı” denen insan kemiği Homo Erectus’a ait olup günümüzden önce 1.1 milyon yılına tarihlenmektedir. Neanderthal ile göçler devam etmektedir. Neanderthal insan Avrupa, Asya ve Ortadoğu’da görülmüştür. Sapiens ile birlikte ise yayılım çok geniş coğrafyalara ilerlemiştir. Ve hala devam etmektedir.

Eski kaynaklarda Türkiye’nin ilk insanların yaptığı göç yolunda görülmemekteydi. Çünkü henüz buluntular çıkarılmamıştı. Denizli gibi yerlerde bulunanlar sayesinde Türkiye’nin de bu göçün bir parçası olduğu anlaşılmıştır. Tarih öncesi dönem alet yapan ilk insandan (Homo Habilis) yazının bulunuşuna kadar olan dönemi kapsamaktadır. Ama kültürlere göre tarihlerde artı veya eksi değer olmaktadır.

Tarih öncesi göçler hakkında bilgi vermeye geçmeden önce aşağıda tarihlendirmeleri görmektesiniz:

Paleolitik Dönem - Yaklaşık MÖ 3.200000 - 12.000 
Alt Paleolitik - Orta Paleolitik - Üst Paleolitik 
Epipaleolitik Dönem - MÖ 12000 - 10000 
Neolitik - MÖ 10000 - 5000 
Çanak Çömleksiz Neolitik - MÖ 10000 - 7000
Çanak Çömlekli Neolitik - MÖ 7000 - 5000 
Kalkolitik - MÖ 5000 - 3000  
Tunç Çağı - MÖ 3000 - 1200 
İlk Tunç Çağı - MÖ 3000 - 2000
Orta Tunç Çağı - MÖ 2000 - 1750
Geç Tunç Çağı - MÖ 1750 – 1200 
Türkiye’de Paleolitik ve Epipaleolitik dönemlere tarihlenen birçok yerleşme bulunmaktadır. Karain, Öküzini, Yarımburgaz ve Hallan Çemi gibi alanlar en çok bilinen yerleşmelerdendir. Ben İstanbul’da olan Yarımburgaz’dan bahsedeceğim. Küçükçekmece Gölü’nün kuzeyinde bulunan yerleşim alanında 1960 – 1990 yılları arasında aralıklı olarak kazı çalışmaları yapılmıştır. Yarımburgaz yaklaşık olarak günümüzden 400.000 yıl öncesine tarihlenmektedir. En eski buluntular Alt Paleolitik döneme ait olup o dönemde Epipaleolitik döneme kadar bir boşluk görülmektedir. Su seviyesinde yaşanan yükselmelerden dolayı insanların bu mağaradan göç ettiği düşünülüyor. Çünkü mağara bir süre boyunca sular altında kalmış ve böylece insanlar yerleşim yapamamıştı. Suların çekilmesinden sonra tekrar yerleşimler olmuştur. Kalkolitik dönem de dahil olmak üzere aralıklı kullanımlar olmuştur. Yarımburgaz’ın etrafı şu an tellerle çevrili olmuş olsa da çok tahribata uğramıştır. Gerek film çekimler gerekse telleri aşıp giren insanların orayı kullanmasından oluşan tahribatlar bulunmaktadır.

Neolitik döneme gelindiğinde MÖ 7000 yıllarında “Bereketli Hilal” bölgesinden bir göç hareketinin başladığı düşünülmektedir. Bereketli Hilal diye adlandırılan bölge şu anki adlarıyla doğuda Zagros Dağlarını, batıda Suriye topraklarını, güneyde Filistin’in güneyini ve kuzeyde Güneydoğu Anadolu’yu kapsayan, Dicle ve Fırat’ı da içinde bulunduran hilal biçiminde bir alandır. Bu bölge tarımın bulunduğu bölge olduğu için ismine “Bereketli” kısmı da eklenmiştir. Buradaki çiftçi insanlar MÖ 7000’de göç etmeye başlamadan önce yaklaşık üç bin yıl kadar bulundukları alanda bir köy yaşantısındaydılar. Gerek iklimsel gerek besin sorunlarından göç etmeye başlamış olabilirlerdi. Göçe başlayan insanlar kendileriyle birlikte kültürlerini de göçle götürüyorlardı. İstanbul bu göç yolunda önemli bir yere sahiptir.

İstanbul ve çevresinde bulunan bazı Neolitik yerleşmeleri aşağıdaki haritada görmektesiniz:



Ben size Fikirtepe, Pendik, Beşiktaş ve Yenikapı yerleşimlerinden bahsedeceğim.

Fikirtepe MÖ 6500 – 5800 yıllarına tarihlenen bir Neolitik yerleşme bulunmaktaydı. “Fikirtepe Kültürü” diye adlandırılmaktadır. Fikirtepe yerleşimindeki yapılar Anadolu’dakilerden biraz farklı olsa da çanak çömlekleri İç Anadolu’daki çağdaşlarıyla yakın bir benzerlik taşıyordu. Yapılar gerek suya yakınlıkları nedeniyle gerekse kullanılabilecek madde nedeniyle değişiklik göstermiş olabilir. Aynı zamanda ölüleri ise hocker (cenin) pozisyonunda gömüldüğü ve yanında hediyeler olduğu görülmektedir. Bu da Anadolu ile benzeşen başka bir özelliktir.


Prof. Dr. Mehmet Özdoğan Fikirtepe için “Fikirtepe’nin öneminin; ilk örnekleri Anadolu’da ortaya çıkan tarımcı topluluk kültürünü batıya taşımasında öncü olarak görür. Avrupa tarım toplumu açısından en çok tartışılan konulardan biri olan, Neolitik kültür göç yolu ile mi yoksa ticaret yolu ile mi Avrupa’ya taşındığının anlaşılması yönündedir. Fikirtepe bu sürecin göç yolu ile olduğunu gösteren en önemli örneklerden biridir.” demiştir.

Fikirtepe’ye sonraki dönemlerde Fenikelilerin göç ettiği de bilinmektedir. Ona ilerde değineceğim.


Pendik MÖ 6400 yıllarına tarihlenmektedir. Pendik kazısı göç ile gelen tarım topluluklarının geldikleri yerde bulunan balıkçı – avcı toplulukla nasıl yaşadığı hakkında düşünülen soruların bazılarına cevap vermiş olmaktadır. Tarım toplulukları Pendik’e geldiğinde orada bulunan balıkçı bir topluluk bulunmaktaydı. Yerleşimde Fikirtepe benzeri yapılar bulunmaktaydı. Bu yapılar dallarla yapılmış basit, yuvarlak kulübelerdi. Kazılar devam ettikçe başka tarzlarda yapılar bulunmaktaydı. Taş döşeli tabanlara sahip yapılar ve dörtgen kerpiç depo alanlarına sahip bu yapılar Anadolu kültüründe gözüken yapı tipiydi. Aynı zamanda ölü gömmelerinde farklılık görünmektedir. Anadolu kültürüne ait olan hocker pozisyonunda gömüler ile başka gömü çeşitleri bulunmaktadır. Pendik’in Anadolu kültürünün Avrupa’ya giden yolunda olduğu açık bir şekilde görülmektedir. Bizans döneminde de kullanılan yerleşim bu dönemde yapılan çalışmalardan dolayı tahribata uğramıştır.


Neolitik Dönemleri MÖ 6500lere Tarihlenen Beşiktaş’ta Neolitik Dönem dışında Son Tunç Çağı’na ait mezarlar da dikkat çekmektedir. İstanbul’da bulunan Neolitik dönem yerleşmeleri olsa da hala tarihsel olarak birtakım boşluklar bulunmaktadır. Beşiktaş’taki çalışmalardan sonra bu boşluklarda kapanmalar olacaktır. Ve bulunan yuvarlak yapılar İstanbul’un yakınındaki başka Neolitik yerleşmelerde de görülmektedir. Beşiktaş’ın da göç yolunda bulunduğu görülmektedir.

İstanbul Arkeoloji Müzesi Müdürü Zeynep Kızıltan bu mezarlar içi “Bu mezarların bazılarının içinde ölü hediyesi olarak taş balta, bronz ok ucu veya alet ile pişmiş toprak kaplar bulundu. Erken Demir Çağı’na (MÖ 1200-800) tarihlendirilen mezarlar belgeleniyor. Ayrıca üç iskeletten oluşan toplu bir mezar da açığa çıkarıldı. Bu tür mezarlar, Karadeniz Bölgesi’nde göç dalgasıyla gelen insanlara ait mezar tipidir.” demiştir. Kuzey Karadeniz’de bulunan topluluklar o dönemki savaşlar ve iklimsel nedenlerden dolayı Batı Anadolu’ya doğru göç etmişlerdir.


Yenikapı ise yaklaşık olarak MÖ 6000 yıllarına tarihlenmektedir. Yenikapı’da Neolitik döneme ait mimari, küçük buluntular ve mezarlar görülmüştür. Küçük buluntuları Fikirtepe ve Yarımburgaz buluntularıyla benzerlik göstermektedir. Ayrıca 1000 taneye yakın Neolitik döneme tarihlenen ayak izi bulunmuştur. Bu insanlar avcı – toplayıcılarmış ama sonrada bulunan buğday benzeri buluntular tarımın da buraya geldiğinin kanıtı olmuştur. Mimarilerinde dal örgü kullanmışlardır. Üç tür ölü gömme şekli görülmüştür: Hocker (Cenin), Kremasyon (Yakarak gömme) ve ahşap üzerine yatırılmış ve yine üzeri ahşapla kapatılmış mezarlar bulunmuştur. Kremasyon mezar Anadolu’da nadir görülmekle beraber hocker mezarlar Anadolu kültürünün bir parçasıdır. 

Prof Dr. Mehmet Özdoğan'ın tarih öncesi göçler için hazırladığı haritalar:





Peki olduğu düşünülen Avrupa’ya göçün kanıtları arasında neler vardır?

Doğu Avrupa’da görülen çanak çömleklerin Anadolu’dakilerle benzerlik göstermesi kanıtlardan biridir. Hammadde gibi bazı konularda değişiklikler olması normaldir. Ama süsleniş, çanakların biçimi konularında büyük benzerlikler taşımaktadır. Yapıların yapı malzemeleri dışında yapış şeklinde bazı benzerlikler görülmektedir. Aynı zamanda ölü gömme şekillerinde olan değişimler ortadadır. Hocker şeklinin kullanımı da göçün kanıtları arasında sayılabilir.

Kentin çekirdeğini oluşturan ilk yerleşmeler, MÖ 8-7. yüzyılda bugünkü Yunanistan’ın kuzeyinden göç eden Megaralılar tarafından burada kurulmuştu. MÖ 9. yüzyıldan başlayarak Kıta Yunanistan’da kıtlık ve yoksullukla beraber nüfus artışı baş gösterince insanlar toplu halde yeni yerleşimler kurmak için göç etmeye başlamışlardı. Megaralılar gelmeden önce İstanbul çevresinde Troya’nın da yıkılmasında etkili olan Trak kabilelerinden Tinler ve Bitinyalılar yaşıyorlardı. MÖ 1000 yıllarında Fikirtepe’ye gelen Fenikeliler’in koydukları isimden kaynaklanarak Khalkedon adını aldıkları düşünülmektedir. Fenikeliler buraya ticaret için geldiği ve bir süre burada bulunduklarına dair bir tez bulunmaktadır. Bu kelimenin Fenike dilindeki Halkedeon “Yeni Şehir” kelimesinden türediği düşünülmektedir. Burada ticaret kolonileri kurdukları ve çanak çömlek konusunda ustalaştıkları düşünülmektedir. Khalkedon’a Körler Ülkesi denmekteydi. Bunun sebebi daha sonra karşılarında kurulacak olan Doğu Roma İmparatorluğu’nun zeminlerini sağlayan kişiler Khalkedonluların neden karşı tarafı seçtiklerini, kendi bulundukları tarafın daha iyi olduğunu bundan dolayı sebeplerini anlamadıklarından “Körler Ülkesi” diye seslenmeye başlamışlardır. Tarihçi Arnold J. Toynbee’ye göre Megaralıların Kadıköy’ü seçme sebebi tarıma elverişli olmasıydı. Çünkü Megaralıların kendi yerlerinden göç etme nedeni olarak toprak yoksunluğunu düşünmüştür. Bu yüzden Megaralıların Kadıköy’ü verimli topraklarından dolayı seçtiğini düşünmektedir.

Roma İmparatorluğu MÖ 1. yy da kurulmuştur. Ve İtalya’dan gelen Etrüsk ve Latin kökenliler

Tarafından kurulduğu bilinmektedir. Roma İmparatorluğu’nu sonlandıran olaylardan biri de Kavimler Göçü olmuştur. Roma İmparatorluğu’nun hem iç karışıklarla hem de dıştan gelen saldırılarla uğraştığı dönemde Asya’dan gelen Hunların olduğu Kavimler Göçü de üzerine eklenince Roma artık kendini koruyamayacak seviyeye gelmişti. Ordusu zayıflamıştı. Maddi koşullardan da sorunlar yaşamışlardı. Orduya verecekleri paralar için halka daha fazla vergi almaya başlamıştı. Bu sorunlar üstüne Kavimler Göçü, Sasaniler, güneyden gelen vandallar, Germenler derken Roma İmparatorluğu daha fazla ayakta duramamıştır.

İstanbul tarih öncesi çağlardan itibaren göçlerin yaşandığı yerlerden biri olmuştur. İki kıta arasındaki eksiklikleri tamamlamıştır. Kazılarla birlikte daha fazla bulguyla İstanbul’un tarih öncesi göçlerdeki yeri daha iyi anlaşılmaya ve aktarılmaya devam edecektir.


11 Ağustos 2019 Pazar

Mihrişah Valide Sultan Vakfı ve Eyüpsultan Külliyesi


1. Mihrişah Valide Sultan ve Hayatı

Mihrişah Valide Sultan 1745 yılında doğmuştur. III. Mustafa ile evlendi ve Mihrişah adını aldı. Önceki ismi tam olarak bilinmemektedir. III. Selim’in annesidir. Yaptığı hayır işleri ve dine olan sevgisiyle bilinmektedir. Valide Sultanlığı süresince; devlet işlerine fazla karışmamış, genellikle hayır işleriyle ilgilenmiştir. Bazı belgelere göre saltanat dönemlerinde eşi III. Mustafa ve oğlu III. Selim'e yardımlarda bulunmuştur. Bunun bir örneği eşi Sultan III. Mustafa‟ya kendi şahsi varlıklarından senet karşılığı borç vermesidir. Mihrişah Valide Sultan, 16 Ekim 1805 tarihinde vefat etmiştir. Türbesi kendi yaptırmış olduğu Eyüp Mihrişah Valide Sultan Külliyesi içinde yer almaktadır. Valide Sultan, Eyüp’ün manevi boyutunu önemsemenin yanı sıra siyasi boyutunu da ihmal etmemiş, külliyesini Osmanlı padişahlarının tahta çıkmadan önce kılıç kuşanmak için geldikleri Eyüp Sultan’da güzergahları olan cülus yolunun kenarına inşa ettirmiştir. Şehzadelerin padişah olmak üzere kılıç kuşanma merasimi için Eyüp Sultan’ın huzuruna giderken attan indikleri, kılıç kuşanıp padişah olduktan sonra ata bindikleri binek taşı imaretin kapısının önündedir. 

2. Mihrişah Valide Sultan Vakfı

Mihrişah Valide Sultan vakıf çerçevesinde birçok hayrat yaptırmıştır. Bu hayratlar arasında Eyüp Sultan’da bulunan Mihrişah Valide Sultan Külliyesi’dir. Külliye, dini bir merkez haline gelen Eyüp’te yapılmıştır. Mihrişah Valide Sultan kendi türbesinin de bu külliye içinde olmasını sağlamıştır.

2.1. Hayratları

Mihrişah Valide Sultan Vakfı’nın hayratları:
1.      Camiler
1.1.    Mehmed Paşa Camii
1.2.    Humbarhane Camii
2.      Sıbyan Mektebi
3.      İmaret
4.      Sebil
5.      Türbe
6.      Çeşmeler


2.2. Akarlar

Mihrişah Valide Sultan Vakfı’na bağlı 159 tane akar bulunmaktadır. Bu akarların türü şu şekildedir:

Eyüp Sultan’da bulunan Mihrişah Sultan Külliyesi’ne bağlı akarların sayısı:
  1. Kayıkhane (1 Adet)
  2. Dükkan (20 Adet)
  3. Kahvehane (1 Adet)
  4. İmalathane (1 Adet)
  5. Çiftlik (12 Adet)
  6. Arsa (1 Adet) 


3. Eyüp Mihrişah Valide Sultan Külliyesi Unsurları



Mihrişah Valide Sultan Külliyesi, Eyüp ilçesinde bulunmaktadır. 1792-1796 yılları arasında Mihrişah Valide Sultan tarafından Mehmed Arif Ağa ve Ahmed Nurullah Ağa başmimarlığında yapılmıştır.


Mihrişah Valide Sultan Külliyesi içerisinde sıbyan mektebi, türbe, imaret, sebil ve çeşmeler bulunmaktadır.


3.1. Sıbyan Mektebi

Sıbyan mektebi ilk yapıldığı zaman kare bir plana sahipti. 1997 yılında yapılan onarım ile “L” planlı bir yapı haline gelmiş. Daha sonra 2008 yılında da restorasyon görmüştür. Yapımında tuğla ve taş kullanılmıştır. Yapının pencereleri de değiştirilmiştir. Bununla beraber günümüzdeki kullanımı için yapıya ek bölümler yapılmıştır.
2011 yılında da restorasyon çalışmaları devam etmiştir. Sıbyan mektebinde 2017 yılında başlanılan restorasyon çalışmaları hala devam etmektedir.

3.2 Türbe

Türbe Mihrişah Valide Sultan’ın ölümünden sonra yapılmıştır. Yapımında beyaz mermer kullanılmıştır. Türbede Mihrişah Valide Sultan, Hatice Sultan, Rahime Perestu Kadın, Beyhan Sultan ve Refet Kadın’a ait beş sanduka mezar bulunmaktadır. Girişin sağındaki mezar Mihrişah Valide Sultan’a aittir. 
1839 yılında Mihrişah Valide Sultan’ın sandukası onarılmıştır.

3.3. Çeşme

Vakfedilen çeşmelerin su ihtiyaçlarının nasıl karşılanacağına gelince; İmaretin bitişiğinde olan çeşmenin su ihtiyacının Kırkçeşme suyundan olup, Eyüp İslam Bey mahallesindeki kubbeden ifraz edilerek erbâb-ı miyah marifetiyle imaret, türbe, sebil ve çeşmeye bağlanan 8 masura sudan karşılanacağını daha önce söylemiştik.

3.4. Sebil

Sebil. imaretin bitişiğindeki cephe üzerinde yer alan ve iki yanındaki çeşmeleri örten geniş saçaklı gövdesi beş dalgalı yüze bölünmüş sebil barok üslubunun abidevi örneklerinden biridir. Altta pilastırlar arasında her yüzey kare formlu kartuşlarla dolgulanmıştır. Cephelerde ikisi pembe, biri mermer olan, üçlü demet sütunları birbirine bağlayan akant yapraklı, "S" ve" C" profilli kemerler arasında bitkisel tezyinatlı dökme demir şebekelere sahip pencere açıklıkları yer alır. Pencerelerin üzerinde yine pilastırlarla bölümlenmiş yüzeyler bu defa birbirinden profilli bir kornişle ayrılmış olup iki kat şeklinde devam etmektedir. Bunlardan ilki, "S" ve "C" kıvrımlı kemerler ve akant yaprakları ile meydana getirilen kartuşlara sahiptir. En üsttekinde tekrarlanan benzer kartuşlar her pencerenin üzerindeki dörder mısralık kitabeyi çevreler. Yesari Mehmed Esad'ın hattı olan kitabenin yazarı Galata Mevlevihanesi postnişinlerinden Şeyh Galib'dir. Sebilin içinde sağda yalaklı küçük bir çeşme vardır. Sebilin iki yanındaki çeşmeler, iki yandan köşeli pilastırlardan oluşan yüksek kaideler üzerine oturan, helezonik kıvrımlı, akantyaprak başlıklı, yarım daire kesitli sütunlarla sınırlanmıştır. İçte iki pembe sütun üzerinde pilastırlı kitabeli, "C" ve "S" form! u bir tepelik yer alır. Ayna kısımlarını "S" profilli kemerIere sahip dikdörtgen kartuşlar dolgulamaktadır. 

3.5. İmaret

İmaret, külliyenin en önemli bölümlerinden biridir. İmaretin avlusunda Mısırlı Mustafa Fazıl Paşa ve ailesine ait lahitler bulunmaktadır.
Eyüp İmareti günümüzde Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün önemli hizmetlerinden biridir. 1997 yılının sonuna kadar günlük 1000 kişilik olan kapasite 1998 yılı başından itibaren 2500 kifliye çıkarılmıştır. İmarette lazım gelen onarımlar yapılmış, buharlı yemek pişirme kazanları ilave edilmiştir. Bu imaret 1999 yılında Milli Eğitim Bakanlığına devredilen 60 civarındaki yurtta barındırılan 10 000 in üzerindeki fakir öğrenciye de önemli bir destek sağlamaktaydı. Şu an kurban kesim yeri olarak da kullanılmaktadır.


29 Haziran 2019 Cumartesi

Troia - Troya - Truva

Troia Coğrafyası


M. Korfmann 1982 - 87 yılları arasında Beşiktepe yöresinde ve 1988’den itibaren Troia’da yürüttüğü arkeolojik araştırmalarında çevrenin yüzey şekillerindeki olası değişiklikleri göz önünde bulundurmuştur.

Troia, Anadolu’nun kuzeybatısında, Ege ve Marmara denizleri arasında batıya uzanan geniş bir yarımadanın köşesinde bulunmaktadır. Bu yarımada eski jeolojik çağlara ait kristalin bir temel üzerinde gelişmiştir. Bunun üzerine eklenen sonraki çağlara (Mezozoik ve Tersier) ait çeşitli sedimanter ve volkanik birimler ise daha yakın jeolojik çağlardaki (Neojen) gelişmelere temel olmuştur. Troia, en genç jeolojik birimlerin en yeni yerkabuğu hareketleri ile parçalanması sonucunda oluşan alçak bir plato sırtının batı ucunda bulunmaktadır. Bu nedenle Troia çevresindeki alüvyonların kaynağı, uzun jeolojik çağlar boyunca tekrar tekrar yükseklerden aşınıp çukur alanlarda biriken sediman kayalardır ve alüvyonların çok büyük bir bölümü ince kumludur. Bu özellik, sedimantasyon ortamlarındaki morfo-dinamik etkilerin ve farklı ortamların ayırt edilebilmesini zorlaştırmıştır. Troia projesi kapsamında çeşitli yöntemlerle sürdürülen çevresel araştırmalardan bilgilerin sınırlı kalmasına neden olmuştur. Bunlara örnek; jeofizik araştırmaları, polen analizleri, makro ve mikro denizel organizmalar, tarihlendirme yöntemleri - keramik üzerinde yapılan analizler, C14, OSL.





Jeolojik Gelişimi


Troia çevresi günümüzdeki görünümünü 2 aşamada gerçekleşen gelişmeler sonucunda almıştır. İlk aşama jeolojik yapının oluşumunu ve gelişimini kapsamaktadır; ikinci aşama ise günümüzün topoğrafyası oluşmuştur. Bu sürecin son safhasında Troas’daki tarih öncesi yerleşim başlamıştır. Çevre ve yüzey yapısının gelişim tarihiyle ilgili bu zaman kesiti arkeolojik açıdan özellikle önemlidir. Biga yarımadası, daha eski metamorf donmuş bir kayaç tabakasının üzerinde yer alan tortul ve volkanik kayaçlardan oluşmaktadır. Neojen’de yükselen sıra dağ silsileleri arasında çukurlar meydana gelmiştir. Troia’nın çevresindeki alçak sırtlar bu dönemde denizin dibinde biriken tortullardan oluşmuştur.

Deniz Seviyesindeki Değişimler


Türkiye, güneyde bulunduğu için Avrupa’dakine benzer bir buzul çağı yaşamamıştır. Kutupların buz tutmasıyla deniz seviyesinin düşmesi sonucunda Akdeniz’in kıyı bölgelerinde ve bu arada Türkiye de değişiklikler olmuştur. Özellikle Troia’nın batısındaki Karamenderes gibi akarsuların döküldüğü yerlerdeki düzlüklerin doğal yapısında önemli jeomorfolojik değişiklikler gerçekleşmiştir.

Son buzul çağının bitiminde, yaklaşık 20.000 - 18.000 yıl önce, deniz seviyesi şimdikinden 100 metre daha aşağıdaydı. Bu bağlamda Marmara denizi ve Karadeniz de birer göldü. Çanakkale ve İstanbul Boğazları birer akarsu vadisiydi ve Karamenderes bugünkü Çanakkale Boğazı’nın yerinde bulunan ana ırmağın bir koluydu. Troia çevresindeki ovada yapılan sondajlarla belirlenen kum ve çakıl katmanları, o dönemin yeryüzü seviyesinin yaklaşık 30 - 40 m daha aşağıda olduğunu göstermiştir.

Bundan sonraki buzul arası devirde (Holosen) deniz seviyesi, kutuplardaki buzulların erimesine bağlı olarak sürekli yükselmiştir. Yaklaşık 10.000 yıl önce deniz, güneye doğru şimdiki Karamenderes’in ağzına kadar uzanıyordu. Bu dönemde Karamenderes’in körfeze tortu sürüklemiş olduğunu göz önünde bulundurmak gerekir. Körfez kıyı çizgisi deniz seviyesinin yükselmesinin ve alüvyal tortu sürüklenmesinin ortak etkisi sonucunda sürekli değişime uğramıştır. M.Ö. 5000 yılına kadar düzenli yükselen deniz seviyesinin sonucu kıyı çizgisi güneye kaymıştır.

Deniz seviyesi günümüzdeki seviyesine yaklaşık olarak M.Ö. 4000’lerde ulaşmıştır. Bu zaman içinde kıyı, tortu çökmesi sonucunda değişime uğraşmış ve buna bağlı olarak kuzeye doru uzanmıştır. Sondajlar, o zamanlar Troia’nın güneyinde büyük bataklıklar bulunduğunu göstermektedir.








Yapılan jeolojik araştırmalar deniz seviyesinin son 6000 yıl zarfında değişmiş olduğunu göstermektedir. M. Korfmann yönetimindeki Beşik-Projesi kapsamındaki araştırmalar, deniz seviyesinin 5000-3500 yıl önce 2 m kadar düştüğünü ve sıfır yılına kadar yine bugünkü düzeyine geri döndüğünü ortaya koymuştur. Bu değişikliğe yol açan nedenler bilinmemektedir. Tunç Çağındaki alçalmanın nedeni ise tektonik hareketlere bağlı olabilir. Deniz seviyesindeki bu küçük değişiklikler, Karamenderes ve Dümrek alüvyal ovalarının gelişmesini etkilemiş ve bu da Troialıların Tunç Çağı’ndaki faaliyetlerini yansıtmıştır.

Troia M.Ö 4000 - 2500 yılları arasında bir liman kentiyken M.Ö 1000 - 500 sonrası önü kapanmaya başlıyor.

Kazı Tarihçesi Hakkında


Heinrich Schliemann (1870 - 1890), Wilhelm Dörpfeld (1893 - 1894), Carl W. Blegen (1932 - 1938), Manfred O. Korfmann (1988 - 2005), Ernst Pernicka (2006 - 2012), Rüstem Aslan (2013 )


Anlatacağımız kültürlere göre tabakalanma:


Denizel Troya Kültürü-Liman (İTÇ I - İTÇ 2)

Troya I - M.Ö 2950-2550

Troya II - M.Ö 2550-2250

Troya III - M.Ö 2250-2200/2000


Anadolu Troya Kültürü (İTÇ III - OTÇ geçiş)

Troya IV - M.Ö 2200/2000-1900

Troya V - M.Ö 1900-1700


Yüksek Troya Kültürü

Troya VI - OTÇ -> STÇ M.Ö 1700-1200

Troya VII - STÇ -> Demir Çağı M.Ö 1200-950

Troya VIII - Helenistik çağ M.Ö 700-85

Troya IX - Roma dönemi M.Ö 20-M.S 500

Denizel Troia Kültürü


İlk Tunç Çağı I ve İlk Tunç Çağı II dönemlerini kapsayan kültürdür. Troia için yaklaşık olarak M.Ö 2900 - 2200 / 2000 tarihlerini gösterir. Kültür Marmara Denizi ile Kuzey Ege tarafından sınırlandırılmıştır. Başlangıcından beri surla çevreleniyor. Yapılarda da çevresel özelliklere bağlı olarak taş temel ve kerpiç kullanılıyor. Troia I ve II’de kıyı Troia’nın batısından geçiyor ve kuzey yamaçlara dalgalar vuruyordu.

Anadolu Troiası Kültürü


Troia kronolojisinde İlk Tunç Çağı III - Orta Tunç Geçiş evrelerine denk geliyor. Troia III (Denizel Troia), Troia IV ve Troia V (Anadolu Troia)te deniz seviyesi 2 metre kadar alçalıyor. Böylece alüvyal kıyı ovasının kuzeye doğru yayılmasının beklenenden daha hızlı olduğu düşünülmektedir.


Yüksek Troia Kültürü






Resimde Troia VI evresine ait bir rekonstrüksiyon çalışması var. Troia VI su seviyesinin en çok alçaldığı dönem olup bu dönemde Troia çevresinde su baskını ovası meydana gelmiştir. Dümrek, sırtın kuzey yönünde nispeten büyük bir akarsu biçiminde ve derin bir yatakta akmaktaydı. Strabon 'un tasvirlerine göre o dönemde bugünkü Kumkale ile batıda tarih öncesine tarihlenen Kumtepe arasında uzanıyordu.

Buna göre Troia VI ile Strabon 'un yaşadığı zamanlar arasındaki 1000 yılı aşkın süre zarfında kıyı çizgisindeki değişimin yavaşladığı anlaşılmaktadır.

Bunun nedenini deniz seviyesinin tekrar 2 metre kadar yükselmesinde aramak gerekir, ayrıca Karamenderes’in alüvyonları yakındaki Çanakkale Boğazı’nın akıntılarıyla devamlı açığa sürüklenmiştir. Yavaş değişimin ve son 2000 yılın neredeyse sabit kalan deniz seviyesinin sonucu olarak, sadece bugünkü Kumkale' nin kalan küçük koy görünmektedir.





Uzun yıllar yapılan çalışmalar ve edinilen deneyim sonucunda paleocoğrafya rekonstrüksiyonları için en uygun ve güvenilir yöntemin delgi sondajlarla sağlanan sedimantolojik - statigrafik veriler olduğu anlaşılmıştır.

Bugüne kadar özellikle alüvyon ovasının arazi yapısındaki değişiklikleri belirlemek için 263 sondaj tatbik edilmiş. Böylece Troia ve çevresi, Orta Avrupa dışındaki yerleşim alanlarından en iyi araştırılmış olanları arasında yer almaktadır. Bölgenin değişik evrelere ait paleocoğrafya haritalarının çıkarılması artık mümkün olabilmektedir. Troia milli parkı için arazi kullanım ve bitki örtüsü değişim çalışmaları yapılmaktadır. 1987 ve 2006’dan aldıkları verilere göre CBS ile bu çalışmalar yapılıyor.

13 Haziran 2019 Perşembe

Hacı Beşir Ağa Vakfı ve Eminönü Hacı Beşir Ağa Killiyesi





Hacı Beşir Ağa’nın Hayatı:

Beşir Ağa’nın 1657 yıllarında Habeşistan’da doğduğu ve hadım edildikten sonra diğer hadımlarla beraber Kahire’deki satılacakları köle pazarına gönderildiği düşünülmektedir. Habeşi hadım köleler burada yüksek fiyata satılmaktaydı. İlk sahibi olarak bilinen İsmail Bey’in ise Mısır’da defterdar olarak çalıştığı söylenmektedir. Beşir Ağa’nın İsmail Bey tarafından azat edilmiş olabilir çünkü 1694 – 1700 yılları arasında Darüssaade ağalığı yapmış olan Yapraksız Ali Ağa himayesinde bulunmuştur. 1713’te Mısır’a Darüssaade Ağası Uzun Süleyman Ağa ile birlikte sürgün ediliyor. Bu sırada Beşir Ağa vekili Hasan Ağa’yı Kahire’deki çeşme yapımı için görevlendirdi. 1715 yılında Medine’de görevlendirilen Beşir Ağa 1717 yılında İstanbul’a geri dönmüştür. Bu sırada hacca giden Beşir Ağa’nın ilk kez hacca gidişi olmadığı ve “Hacı” ünvanını daha önceden aldığı düşünülmektedir. Beşir Ağa 1717 – 1746 yılları arasında yani III. Ahmet ve I. Mahmut dönemlerinde darüssaade ağalığı yapmıştır. 1746 yılında ölmüştür.(Hathaway, 2013)


Hacı Beşir Ağa’nın Hayratları:

Hacı Beşir Ağa’nın tüm hayratlarının listesi aşağıdadır:


1. Eminönü Hacı Beşir Ağa Külliyesi
    1.1 Camii
    1.2 Medrese
    1.3 Sebil
    1.4 Çeşmeler
          1.4.1 Sebil Bitişiğindeki Çeşme
          1.4.2 Avlu Bitişiğindeki Çeşme
    1.5 Kütüphane
    1.6 Tekke
    1.7 Sıbyan Mektebi

2. Eyüp Hacı Beşir Ağa Külliyesi
    2.1 Kütüphane
    2.2 Sıbyan Mektebi
    2.3 Medrese
    2.4 Çeşme

3. Topkapı Sarayı Hacı Beşir Ağa Cami ve Hamamı

4. Çeşmeler
    4.1 Kapalıçarşı Hacı Beşir Ağa Çeşmesi
    4.2 Fındıklı Hacı Beşir Ağa Çeşmesi
    4.3 Hacı Beşir Ağa Sütun Çeşmesi
    4.4 Fatih Hacı Beşir Ağa Çeşmesi
    4.5 Eyüp Hacı Beşir Ağa Çeşmesi
    4.6 Divanyolu Hacı Beşir Ağa Çeşmesi

5. Konya Hadim Kütüphanesi

6. Fatih Hacı Beşir Ağa Sıbyan Mektebi

7. Sebiller
    7.1 Kapalıçarşı Hacı Beşir Ağa Sebili
    7.2 Kahire Hacı Beşir Ağa Sebil-i Küttabı

8. Mısır
    8.1 Camii
    8.2 Mektep
    8.3 Sebil

9. Medine
    9.1 Medrese
    9.2 Sebil

10. Sakız Adası
    10.1 Mektep

Eminönü’ndeki Hacı Beşi Ağa Külliyesi:



Fatih ilçesinde Eminönü taraflarında Alemdar Mahallesi, Alay Köşkü Caddesi ile Hükümet Konağı Sokak’ının kesiştiği köşede bulunmaktadır. Külliye camii, medrese, kütüphane, tekke, sıbyan mektebi, çeşme, sebil ve dükkanlardan oluşmaktadır. H 1158 / M 1745 yılında yapılmıştır. Mimarı bilinmemektedir. Külliyede çalışan görevlilere ve öğrencilere günlük 622 akçe, yıllıksa ortalama 220188 akçe para ödenmektedir. Medresenin müderrisi, 170 akçe ile en fazla ücret alan görevlidir. Ancak bu paradan kendi belirlediği bir meblağı mûid ve muzâfa ücret olarak ödemesi şart koşulmuştur.



Akarları:

■ Fethiye (Kariye Camii) Camii havalisinde sıbyan mektebi üzerinde inşa edilen muallimhane.

■ Hasköy’de Hacı Şaban Ağa Mahallesi’nde 6468 zira arsa üzerinde bir ev ve bahçe.

■ Külliye altındaki dükkanlar

Külliyenin altındaki dükkanlar hariç diğer akarlar aynı zamanda Divanyolu Hacı Beşir Ağa Çeşmesi ile Fatih Hacı Beşir Ağa Çeşmesi için de gelir sağlamıştır.


Cami:


Kesme taş ve tuğladan yapılmış ve kırmızı renk kullanılmıştır. Plan itibariyle erken Osmanlı dönemini benzemektedir. Fakat kalem işi süslemelerinde barok tarzı görülmektedir. Camiinin giriş kapısındaki kitabeye göre II. Mahmut döneminde (1826 – 1839) büyük bir onarım geçirmiştir. Ayrıca 1940, 1959, 1965, 1973, 1986 ve 2008 yıllarında onarım görmüştür. Doğusunda sıbyan mektebi, batısında kütüphane ve medrese bulunmaktadır. Caminin kuzeyinde, avlunun altına 1986 yılında bir yeraltı şadırvanı ile tuvaletler inşa edilmiştir.

Yukarıdaki tabloda Eminönü Hacı Beşir Ağa Külliyesi Camii’ndeki görevliler ve aldıkları ücret bulunmaktadır. Külliyede toplam 65 kişi görev almaktadır. Külliyenin camii en fazla kişinin görev aldığı yapıdır. Görevliler günlük toplam olarak 140 akçe almıştır. En yüksek ücreti ise 30 akçe ile imamın aldığı görülmektedir.

Medrese:





«U» şeklinde bir plana sahip olan medrese vakfiyeye göre 10 odadan oluşmaktadır. Ancak yapı günümüzde 14 mekândan oluşmaktadır. Vakfiyede belirtilen 10 oda, muhtemelen görevliler ve öğrencilerin kalması için ayrılmış olan mekânlardır. Diğer dört mekân ise tuvalet, çamaşırhane ve mutfak gibi servis mekânları olmalıdır. Vakfiyede yer alan bilgilerden medresede 10 kişinin görevli olduğu ve 7 öğrencinin eğitim aldığını öğreniyoruz. Medrese eğitim gören çocuklar aynı zamanda medresede farklı işlerde görevlendirilmişlerdir. Medrese 1832, 1843, 1845, 1869, 1903, 1911, 1916, 1959 ve 1965 yıllarında tamir görmüştür. 1903 yılında kurşunları yenilenmiş, 1965 yılında iç ve dış sıvalar ile döşeme ve ahşapları elden geçirilmiştir. 1959 yılında ise kubbeler ve bacalar tamir edilmiştir. (Günal, 2013)




Vakfiyedeki önemli ayrıntılardan bir tanesi, Muîd ve Muzâf’a ayrı bir ücret ödenmediği ve müderrisin inisiyatifine bırakıldığı görülmektedir.

Günlük 170 akçe ücret alan müderrisin kendi ücretinden istediği kadarını Muîd ve Muzâf’a (Katılımcı?) ücret olarak vermesi şart koşulmuştur. (Tay, 2014) İki öğrenci ferraş, bir öğrenci bevvab, iki öğrenci kütüphane müstahfızı, bir öğrenci kayyım, bir öğrencinin ise hem medresede siraci hem de camide ferraş-ı seccade olarak çalıştığı görülmektedir. Vakfiyenin şartları arasında öğrencilere verilen ikişer akçe yemek ve ikişer akçe mum parası da bulunmaktadır.

Sebil:


H.1157 / M.1744–1745 yıllarında yapılmıştır. Sebilin inşa kitabesi, Şair Rahmi Mustafa Kırımi’ye aittir. Hattatı ise Moralı Beşir Ağa’dır. Dışı yarım daire planlı olan iç kısmı kare planlıdır. Birbirine kemerle bağlı 6 sütun bulunmaktadır. Kemerlerin arasındaki pencereler ise bronz bir şebekeye sahiptir. Sebilin onarım gördüğüne dair bazı arşiv belgelerine rastlanılmıştır. Belgelerde sebilin kurşunlarının değiştirilmesi hakkında yapılan yazışmalar bulunmaktadır. Bu yazışmalar H.1323-1325 / M.1905-1908 tarihli olmaktadır. M. 1907 yılında ise onarımın gerçekleştiği düşünülmektedir. Yazışmalarda 841 kuruşu kurşun, 6300 kuruşu ise diğer mahallerin onarımı için olmak üzere toplam 7141 kuruş masrafla tamir edilmesi gerektiği bildirilmiştir.



Sebilde 3 kişi çalışmaktaydı ve bu üç kişi günlük 24 akçe almaktaydı.

Çeşmeler:


Sebil Bitişiğindeki Çeşme:



Sebilin giriş kapısına bitişik olarak inşa edilmiştir. Üzerinde yer alan inşa kitabesine göre yapı, H.1157 / M.1744–1745 yılında Hacı Beşir Ağa tarafından yaptırılmıştır. İnşa malzemesi mermerdir. Onarımına ait herhangi bir kayıt bulunmamıştır ama sebilin onarımı sırasında çeşmenin de onarıldığı düşünülmektedir.


Avlu Bitişiğindeki Çeşme:



Külliyenin avlu giriş kapısı yanında bulunmaktadır. Çeşme kesme taştan yapılmıştır. Üzerinde yer alan inşa kitabesine göre yapı, H.1157 / M.1744 – 1745 yıllarında Hacı Beşir Ağa tarafından yaptırılmıştır. Onarımına ait herhangi bir kayıt bulunmamıştır ama külliyenin diğer öğelerinin onarımı yapıldığında çeşmenin de onarıldığı düşünülmektedir.




Çeşmelerde toplam olarak 4 kişi çalışmaktaydı. Ferraş-ı Meydan ve hafız-ı tas, çeşme ve musluk, bevvab ve Ferraş-ı Kenif gibi görevleri öğrencilerin yaptığı bilinmekteydi. Her görevliye günde 5 akçe verilmekteydi. Günlük olarak topla 20 akçe verilmekteydi.


Kütüphane:


Kütüphane, külliyenin cümle kapısı üzerindeki inşa kitabesine göre H.1158 / M.1745–1746 yıllarında Hacı Beşir Ağa tarafından yaptırılmıştır. Caminin batı cephesinin bitişiğine yapılmıştır. İki katlı bir düzene sahiptir. Alt katında dükkan bulunmaktadır. Farklı düzenlenmiş bir penceresi bulunmaktadır. Diğer pencereler genelde oval görünüme sahiptir. Kütüphanenin inşasında, taş, tuğla, ahşap, mermer ve maden malzeme kullanılmıştır. Kütüphanenin onarımına ait bir belge bulunmamaktadır ama caminin onarımı sırasında kütüphanenin de onarıldığı düşünülmektedir. Kütüphanedeki kitapların onarımına ait belgeler bulunmaktadır. Bu belgelerde 25 adet el yazmasının tamire ihtiyacı olduğu ve bu eserlerin beşinin onarılamayacak durumda olduğundan kütüphanede kalma şartıyla matbu nüshalarının alınmasının istendiği görülmektedir. Bu beş kitabın her birinin onarımı için yazma başına 60 kuruş, diğer yirmi kitabın durumu iyi olduğundan onarımı için yazma başına 10 kuruş ödenmesi öngörülmüştür. Toplam olarak 500 kuruş masraf yapıldığı görülmektedir.




Kütüphanede toplam 6 kişinin çalıştığı ve günlük olarak toplam 57 akçe alındığı görülmektedir. Kütüphaneden dışarıya kitap çıkarılmasının yasak olduğu yazmaktadır. Çalışmak isteyenlerin kütüphaneye gelip çalışması gerektiği söylenmektedir. Kütüphanenin yapımından kısa bir süre sonra bazı hafız-ı kütüblerin dışarıya beş günlüğüne kitap vermeleri ve birkaç kitabın kaybolması sonucu kütüphane bir süreliğine kapatılmıştır. M. Ocak 1784’te yapılan sayımda kütüphanedeki 38 kitabın kaybolduğu tespit edilmiş ve geri kalan 676 kitap hâfız-ı kütüblere teslim edilip yeni düzenlemeler yapıldıktan sonra kütüphane tekrar hizmete açılmıştır.

Toplam olarak 38 kitap kaybolmuştur ve kütüphanedeki kitap sayısı 676’ya düşmüştür. 1914 yılında kitaplar Sultan Selim Kütüphanesi’ne, 1918 yılında da Süleymaniye Kütüphanesi’ne aktarılmıştır. Şu an Süleymaniye Kütüphanesi’nde bu kütüphaneye ait 611’i yazma, 49’u basma olmak üze 660 kitap mevcuttur. (M. Günal, 2003)


Tekke:




Bağımsız bir yapı olarak inşa edilen tekke, külliyenin diğer yapılarından Hacı Beşir Tekkesi Sokağı ile ayrılmaktadır. Giriş kapısı üzerindeki inşa kitabesine göre yapı H.1158 / M.1745–1746 yıllarında
Hacı Beşir Ağa tarafından yaptırılmıştır. Eğimli bir araziye kurulmuş olan tekke, ana hatlarıyla revaklı bir avlu etrafına sıralanmış mekânlardan oluşmaktadır. Vakfiyede dokuz hücreden oluştuğu yazmaktadır. Ve ayrıca bitişiğine bir meşruta inşa ettiği belirtilmiştir. Hacı Beşir Ağa vakfiyesinde, dokuz hücrenin her birinde bir kişinin kalması, ilk hücrenin ise şeyh efendilere tahsis edilmesini şart koşmuştur.(Tay, 2014)  Mimari özelliklerinden dolayı tevhidhanenin 19uncu yüzyılda genişletildiği ve pencerelerinin düzeltildiği düşünülmektedir. Arşiv belgelerinden yapının H. 1315 / M. 1897 - 1898 ve H. 1324 / M. 1906-1907 yıllarında onarım geçirdiğini öğreniyoruz. H. 1315 / 1897 – 1898 yıllarında geçirdiği onarıma ait bir belge bulunmaktadır. Bu belgeye göre tamir edilmesi gereken yerler için 4300 kuruş gerektiği belirtilmiştir. Ancak tekkenin şeyhi yapının başka bölümlerinde de onarıma ihtiyaç olduğunu belirterek ikinci bir keşif yaptırmıştır. Bu keşfe göre de ilk keşfin dışında 950 kuruşluk bir masraf daha tespit edilmiştir. Toplam 5250 kuruş olan tamir masraflarının önce H. 1314 senesi bütçesinden karşılanması istense de yazışmalar devam ederken H. 1314 senesinin bitmesi üzerine söz konusu meblağın H. 1315 senesi bütçesine dahil edilmesi kararlaştırılmıştır. H.1315 / M.1897-1898 yılından yaklaşık dokuz on yıl sonra H.1324 / M.1906-1907 yıllarında yapının arşiv belgelerine harap bir şekilde diye betimlenmesi onarımın yapılamadığı hakkında bir düşünceye sahip olmamızı sağlar. Hazırlanan keşif defterine göre yapının 12427 kuruş masrafla onarılabileceği belirtilmektedir.



Vakfiyeye göre tekkede on yedi kişi çalışmaktadır ve günlük 115 akçe almaktaydılar. En yüksek ücreti 40 akçe ile tekkenin şeyhi almaktaydı. Tekkede, barınanlar ve gelip geçenlerin yiyip içebilmesi için birçok gıda maddesine dair veriler de yer almaktadır. Gıda maddeleri içerisinde özellikle pirincin çok önemli bir yer tuttuğu görülmektedir. Tekkenin mutfak giderleri için her yıl, pilav için 80 kile533, çorba için 15 kile ve zerde için 4 kile olmak üzere toplam 99 kile pirinç alınması şart koşulmuştur. Ayrıca 600 dirhem, fülfül, 5 kile nohut, 40 vakıyye nemek, 150 vakıyye, soğan ve 50 vakıyye hurma alınması da şartlar arasındadır.(Tay, 2014)


Sıbyan Mektebi:

Birbirinden bağımsız iki katlı bir düzenden oluşmaktadır. Alt kat sıbyan mektebi üst kat ise hünkar kasrıdır. Onarım geçirip geçirmediğine dair bir belge bulunmamaktadır. Ama II. Mahmut döneminde diğer mimari unsurlarla beraber onarım geçirdiği düşünülmektedir.


Vakfiyeden, mektepte toplam 5 kişinin görevlendirildiği ve günlük 63 akçe ücret aldıkları öğrenilmektedir. En yüksek ücreti günlük 30 akçe ile muallim almaktadır. Vakfiyede sadece görevlilerle ilgili değil, burada eğitim gören çocuklarla ilgili de bilgiler yer almaktadır. Bu bağlamda, mektepte eğitim gören çocuklardan her birine her yıl Ramazan ayında; birer kapama, birer fes, birer kuşak ve birer pabuç verilmesi vakfiyede şart koşulmuştur. Bunun yanında mektebe her sene 1000 vakıyye kömür verilmesi şartı da mevcuttur.(Tay, 2014)