29 Haziran 2019 Cumartesi

Troia - Troya - Truva

Troia Coğrafyası


M. Korfmann 1982 - 87 yılları arasında Beşiktepe yöresinde ve 1988’den itibaren Troia’da yürüttüğü arkeolojik araştırmalarında çevrenin yüzey şekillerindeki olası değişiklikleri göz önünde bulundurmuştur.

Troia, Anadolu’nun kuzeybatısında, Ege ve Marmara denizleri arasında batıya uzanan geniş bir yarımadanın köşesinde bulunmaktadır. Bu yarımada eski jeolojik çağlara ait kristalin bir temel üzerinde gelişmiştir. Bunun üzerine eklenen sonraki çağlara (Mezozoik ve Tersier) ait çeşitli sedimanter ve volkanik birimler ise daha yakın jeolojik çağlardaki (Neojen) gelişmelere temel olmuştur. Troia, en genç jeolojik birimlerin en yeni yerkabuğu hareketleri ile parçalanması sonucunda oluşan alçak bir plato sırtının batı ucunda bulunmaktadır. Bu nedenle Troia çevresindeki alüvyonların kaynağı, uzun jeolojik çağlar boyunca tekrar tekrar yükseklerden aşınıp çukur alanlarda biriken sediman kayalardır ve alüvyonların çok büyük bir bölümü ince kumludur. Bu özellik, sedimantasyon ortamlarındaki morfo-dinamik etkilerin ve farklı ortamların ayırt edilebilmesini zorlaştırmıştır. Troia projesi kapsamında çeşitli yöntemlerle sürdürülen çevresel araştırmalardan bilgilerin sınırlı kalmasına neden olmuştur. Bunlara örnek; jeofizik araştırmaları, polen analizleri, makro ve mikro denizel organizmalar, tarihlendirme yöntemleri - keramik üzerinde yapılan analizler, C14, OSL.





Jeolojik Gelişimi


Troia çevresi günümüzdeki görünümünü 2 aşamada gerçekleşen gelişmeler sonucunda almıştır. İlk aşama jeolojik yapının oluşumunu ve gelişimini kapsamaktadır; ikinci aşama ise günümüzün topoğrafyası oluşmuştur. Bu sürecin son safhasında Troas’daki tarih öncesi yerleşim başlamıştır. Çevre ve yüzey yapısının gelişim tarihiyle ilgili bu zaman kesiti arkeolojik açıdan özellikle önemlidir. Biga yarımadası, daha eski metamorf donmuş bir kayaç tabakasının üzerinde yer alan tortul ve volkanik kayaçlardan oluşmaktadır. Neojen’de yükselen sıra dağ silsileleri arasında çukurlar meydana gelmiştir. Troia’nın çevresindeki alçak sırtlar bu dönemde denizin dibinde biriken tortullardan oluşmuştur.

Deniz Seviyesindeki Değişimler


Türkiye, güneyde bulunduğu için Avrupa’dakine benzer bir buzul çağı yaşamamıştır. Kutupların buz tutmasıyla deniz seviyesinin düşmesi sonucunda Akdeniz’in kıyı bölgelerinde ve bu arada Türkiye de değişiklikler olmuştur. Özellikle Troia’nın batısındaki Karamenderes gibi akarsuların döküldüğü yerlerdeki düzlüklerin doğal yapısında önemli jeomorfolojik değişiklikler gerçekleşmiştir.

Son buzul çağının bitiminde, yaklaşık 20.000 - 18.000 yıl önce, deniz seviyesi şimdikinden 100 metre daha aşağıdaydı. Bu bağlamda Marmara denizi ve Karadeniz de birer göldü. Çanakkale ve İstanbul Boğazları birer akarsu vadisiydi ve Karamenderes bugünkü Çanakkale Boğazı’nın yerinde bulunan ana ırmağın bir koluydu. Troia çevresindeki ovada yapılan sondajlarla belirlenen kum ve çakıl katmanları, o dönemin yeryüzü seviyesinin yaklaşık 30 - 40 m daha aşağıda olduğunu göstermiştir.

Bundan sonraki buzul arası devirde (Holosen) deniz seviyesi, kutuplardaki buzulların erimesine bağlı olarak sürekli yükselmiştir. Yaklaşık 10.000 yıl önce deniz, güneye doğru şimdiki Karamenderes’in ağzına kadar uzanıyordu. Bu dönemde Karamenderes’in körfeze tortu sürüklemiş olduğunu göz önünde bulundurmak gerekir. Körfez kıyı çizgisi deniz seviyesinin yükselmesinin ve alüvyal tortu sürüklenmesinin ortak etkisi sonucunda sürekli değişime uğramıştır. M.Ö. 5000 yılına kadar düzenli yükselen deniz seviyesinin sonucu kıyı çizgisi güneye kaymıştır.

Deniz seviyesi günümüzdeki seviyesine yaklaşık olarak M.Ö. 4000’lerde ulaşmıştır. Bu zaman içinde kıyı, tortu çökmesi sonucunda değişime uğraşmış ve buna bağlı olarak kuzeye doru uzanmıştır. Sondajlar, o zamanlar Troia’nın güneyinde büyük bataklıklar bulunduğunu göstermektedir.








Yapılan jeolojik araştırmalar deniz seviyesinin son 6000 yıl zarfında değişmiş olduğunu göstermektedir. M. Korfmann yönetimindeki Beşik-Projesi kapsamındaki araştırmalar, deniz seviyesinin 5000-3500 yıl önce 2 m kadar düştüğünü ve sıfır yılına kadar yine bugünkü düzeyine geri döndüğünü ortaya koymuştur. Bu değişikliğe yol açan nedenler bilinmemektedir. Tunç Çağındaki alçalmanın nedeni ise tektonik hareketlere bağlı olabilir. Deniz seviyesindeki bu küçük değişiklikler, Karamenderes ve Dümrek alüvyal ovalarının gelişmesini etkilemiş ve bu da Troialıların Tunç Çağı’ndaki faaliyetlerini yansıtmıştır.

Troia M.Ö 4000 - 2500 yılları arasında bir liman kentiyken M.Ö 1000 - 500 sonrası önü kapanmaya başlıyor.

Kazı Tarihçesi Hakkında


Heinrich Schliemann (1870 - 1890), Wilhelm Dörpfeld (1893 - 1894), Carl W. Blegen (1932 - 1938), Manfred O. Korfmann (1988 - 2005), Ernst Pernicka (2006 - 2012), Rüstem Aslan (2013 )


Anlatacağımız kültürlere göre tabakalanma:


Denizel Troya Kültürü-Liman (İTÇ I - İTÇ 2)

Troya I - M.Ö 2950-2550

Troya II - M.Ö 2550-2250

Troya III - M.Ö 2250-2200/2000


Anadolu Troya Kültürü (İTÇ III - OTÇ geçiş)

Troya IV - M.Ö 2200/2000-1900

Troya V - M.Ö 1900-1700


Yüksek Troya Kültürü

Troya VI - OTÇ -> STÇ M.Ö 1700-1200

Troya VII - STÇ -> Demir Çağı M.Ö 1200-950

Troya VIII - Helenistik çağ M.Ö 700-85

Troya IX - Roma dönemi M.Ö 20-M.S 500

Denizel Troia Kültürü


İlk Tunç Çağı I ve İlk Tunç Çağı II dönemlerini kapsayan kültürdür. Troia için yaklaşık olarak M.Ö 2900 - 2200 / 2000 tarihlerini gösterir. Kültür Marmara Denizi ile Kuzey Ege tarafından sınırlandırılmıştır. Başlangıcından beri surla çevreleniyor. Yapılarda da çevresel özelliklere bağlı olarak taş temel ve kerpiç kullanılıyor. Troia I ve II’de kıyı Troia’nın batısından geçiyor ve kuzey yamaçlara dalgalar vuruyordu.

Anadolu Troiası Kültürü


Troia kronolojisinde İlk Tunç Çağı III - Orta Tunç Geçiş evrelerine denk geliyor. Troia III (Denizel Troia), Troia IV ve Troia V (Anadolu Troia)te deniz seviyesi 2 metre kadar alçalıyor. Böylece alüvyal kıyı ovasının kuzeye doğru yayılmasının beklenenden daha hızlı olduğu düşünülmektedir.


Yüksek Troia Kültürü






Resimde Troia VI evresine ait bir rekonstrüksiyon çalışması var. Troia VI su seviyesinin en çok alçaldığı dönem olup bu dönemde Troia çevresinde su baskını ovası meydana gelmiştir. Dümrek, sırtın kuzey yönünde nispeten büyük bir akarsu biçiminde ve derin bir yatakta akmaktaydı. Strabon 'un tasvirlerine göre o dönemde bugünkü Kumkale ile batıda tarih öncesine tarihlenen Kumtepe arasında uzanıyordu.

Buna göre Troia VI ile Strabon 'un yaşadığı zamanlar arasındaki 1000 yılı aşkın süre zarfında kıyı çizgisindeki değişimin yavaşladığı anlaşılmaktadır.

Bunun nedenini deniz seviyesinin tekrar 2 metre kadar yükselmesinde aramak gerekir, ayrıca Karamenderes’in alüvyonları yakındaki Çanakkale Boğazı’nın akıntılarıyla devamlı açığa sürüklenmiştir. Yavaş değişimin ve son 2000 yılın neredeyse sabit kalan deniz seviyesinin sonucu olarak, sadece bugünkü Kumkale' nin kalan küçük koy görünmektedir.





Uzun yıllar yapılan çalışmalar ve edinilen deneyim sonucunda paleocoğrafya rekonstrüksiyonları için en uygun ve güvenilir yöntemin delgi sondajlarla sağlanan sedimantolojik - statigrafik veriler olduğu anlaşılmıştır.

Bugüne kadar özellikle alüvyon ovasının arazi yapısındaki değişiklikleri belirlemek için 263 sondaj tatbik edilmiş. Böylece Troia ve çevresi, Orta Avrupa dışındaki yerleşim alanlarından en iyi araştırılmış olanları arasında yer almaktadır. Bölgenin değişik evrelere ait paleocoğrafya haritalarının çıkarılması artık mümkün olabilmektedir. Troia milli parkı için arazi kullanım ve bitki örtüsü değişim çalışmaları yapılmaktadır. 1987 ve 2006’dan aldıkları verilere göre CBS ile bu çalışmalar yapılıyor.

13 Haziran 2019 Perşembe

Hacı Beşir Ağa Vakfı ve Eminönü Hacı Beşir Ağa Killiyesi





Hacı Beşir Ağa’nın Hayatı:

Beşir Ağa’nın 1657 yıllarında Habeşistan’da doğduğu ve hadım edildikten sonra diğer hadımlarla beraber Kahire’deki satılacakları köle pazarına gönderildiği düşünülmektedir. Habeşi hadım köleler burada yüksek fiyata satılmaktaydı. İlk sahibi olarak bilinen İsmail Bey’in ise Mısır’da defterdar olarak çalıştığı söylenmektedir. Beşir Ağa’nın İsmail Bey tarafından azat edilmiş olabilir çünkü 1694 – 1700 yılları arasında Darüssaade ağalığı yapmış olan Yapraksız Ali Ağa himayesinde bulunmuştur. 1713’te Mısır’a Darüssaade Ağası Uzun Süleyman Ağa ile birlikte sürgün ediliyor. Bu sırada Beşir Ağa vekili Hasan Ağa’yı Kahire’deki çeşme yapımı için görevlendirdi. 1715 yılında Medine’de görevlendirilen Beşir Ağa 1717 yılında İstanbul’a geri dönmüştür. Bu sırada hacca giden Beşir Ağa’nın ilk kez hacca gidişi olmadığı ve “Hacı” ünvanını daha önceden aldığı düşünülmektedir. Beşir Ağa 1717 – 1746 yılları arasında yani III. Ahmet ve I. Mahmut dönemlerinde darüssaade ağalığı yapmıştır. 1746 yılında ölmüştür.(Hathaway, 2013)


Hacı Beşir Ağa’nın Hayratları:

Hacı Beşir Ağa’nın tüm hayratlarının listesi aşağıdadır:


1. Eminönü Hacı Beşir Ağa Külliyesi
    1.1 Camii
    1.2 Medrese
    1.3 Sebil
    1.4 Çeşmeler
          1.4.1 Sebil Bitişiğindeki Çeşme
          1.4.2 Avlu Bitişiğindeki Çeşme
    1.5 Kütüphane
    1.6 Tekke
    1.7 Sıbyan Mektebi

2. Eyüp Hacı Beşir Ağa Külliyesi
    2.1 Kütüphane
    2.2 Sıbyan Mektebi
    2.3 Medrese
    2.4 Çeşme

3. Topkapı Sarayı Hacı Beşir Ağa Cami ve Hamamı

4. Çeşmeler
    4.1 Kapalıçarşı Hacı Beşir Ağa Çeşmesi
    4.2 Fındıklı Hacı Beşir Ağa Çeşmesi
    4.3 Hacı Beşir Ağa Sütun Çeşmesi
    4.4 Fatih Hacı Beşir Ağa Çeşmesi
    4.5 Eyüp Hacı Beşir Ağa Çeşmesi
    4.6 Divanyolu Hacı Beşir Ağa Çeşmesi

5. Konya Hadim Kütüphanesi

6. Fatih Hacı Beşir Ağa Sıbyan Mektebi

7. Sebiller
    7.1 Kapalıçarşı Hacı Beşir Ağa Sebili
    7.2 Kahire Hacı Beşir Ağa Sebil-i Küttabı

8. Mısır
    8.1 Camii
    8.2 Mektep
    8.3 Sebil

9. Medine
    9.1 Medrese
    9.2 Sebil

10. Sakız Adası
    10.1 Mektep

Eminönü’ndeki Hacı Beşi Ağa Külliyesi:



Fatih ilçesinde Eminönü taraflarında Alemdar Mahallesi, Alay Köşkü Caddesi ile Hükümet Konağı Sokak’ının kesiştiği köşede bulunmaktadır. Külliye camii, medrese, kütüphane, tekke, sıbyan mektebi, çeşme, sebil ve dükkanlardan oluşmaktadır. H 1158 / M 1745 yılında yapılmıştır. Mimarı bilinmemektedir. Külliyede çalışan görevlilere ve öğrencilere günlük 622 akçe, yıllıksa ortalama 220188 akçe para ödenmektedir. Medresenin müderrisi, 170 akçe ile en fazla ücret alan görevlidir. Ancak bu paradan kendi belirlediği bir meblağı mûid ve muzâfa ücret olarak ödemesi şart koşulmuştur.



Akarları:

■ Fethiye (Kariye Camii) Camii havalisinde sıbyan mektebi üzerinde inşa edilen muallimhane.

■ Hasköy’de Hacı Şaban Ağa Mahallesi’nde 6468 zira arsa üzerinde bir ev ve bahçe.

■ Külliye altındaki dükkanlar

Külliyenin altındaki dükkanlar hariç diğer akarlar aynı zamanda Divanyolu Hacı Beşir Ağa Çeşmesi ile Fatih Hacı Beşir Ağa Çeşmesi için de gelir sağlamıştır.


Cami:


Kesme taş ve tuğladan yapılmış ve kırmızı renk kullanılmıştır. Plan itibariyle erken Osmanlı dönemini benzemektedir. Fakat kalem işi süslemelerinde barok tarzı görülmektedir. Camiinin giriş kapısındaki kitabeye göre II. Mahmut döneminde (1826 – 1839) büyük bir onarım geçirmiştir. Ayrıca 1940, 1959, 1965, 1973, 1986 ve 2008 yıllarında onarım görmüştür. Doğusunda sıbyan mektebi, batısında kütüphane ve medrese bulunmaktadır. Caminin kuzeyinde, avlunun altına 1986 yılında bir yeraltı şadırvanı ile tuvaletler inşa edilmiştir.

Yukarıdaki tabloda Eminönü Hacı Beşir Ağa Külliyesi Camii’ndeki görevliler ve aldıkları ücret bulunmaktadır. Külliyede toplam 65 kişi görev almaktadır. Külliyenin camii en fazla kişinin görev aldığı yapıdır. Görevliler günlük toplam olarak 140 akçe almıştır. En yüksek ücreti ise 30 akçe ile imamın aldığı görülmektedir.

Medrese:





«U» şeklinde bir plana sahip olan medrese vakfiyeye göre 10 odadan oluşmaktadır. Ancak yapı günümüzde 14 mekândan oluşmaktadır. Vakfiyede belirtilen 10 oda, muhtemelen görevliler ve öğrencilerin kalması için ayrılmış olan mekânlardır. Diğer dört mekân ise tuvalet, çamaşırhane ve mutfak gibi servis mekânları olmalıdır. Vakfiyede yer alan bilgilerden medresede 10 kişinin görevli olduğu ve 7 öğrencinin eğitim aldığını öğreniyoruz. Medrese eğitim gören çocuklar aynı zamanda medresede farklı işlerde görevlendirilmişlerdir. Medrese 1832, 1843, 1845, 1869, 1903, 1911, 1916, 1959 ve 1965 yıllarında tamir görmüştür. 1903 yılında kurşunları yenilenmiş, 1965 yılında iç ve dış sıvalar ile döşeme ve ahşapları elden geçirilmiştir. 1959 yılında ise kubbeler ve bacalar tamir edilmiştir. (Günal, 2013)




Vakfiyedeki önemli ayrıntılardan bir tanesi, Muîd ve Muzâf’a ayrı bir ücret ödenmediği ve müderrisin inisiyatifine bırakıldığı görülmektedir.

Günlük 170 akçe ücret alan müderrisin kendi ücretinden istediği kadarını Muîd ve Muzâf’a (Katılımcı?) ücret olarak vermesi şart koşulmuştur. (Tay, 2014) İki öğrenci ferraş, bir öğrenci bevvab, iki öğrenci kütüphane müstahfızı, bir öğrenci kayyım, bir öğrencinin ise hem medresede siraci hem de camide ferraş-ı seccade olarak çalıştığı görülmektedir. Vakfiyenin şartları arasında öğrencilere verilen ikişer akçe yemek ve ikişer akçe mum parası da bulunmaktadır.

Sebil:


H.1157 / M.1744–1745 yıllarında yapılmıştır. Sebilin inşa kitabesi, Şair Rahmi Mustafa Kırımi’ye aittir. Hattatı ise Moralı Beşir Ağa’dır. Dışı yarım daire planlı olan iç kısmı kare planlıdır. Birbirine kemerle bağlı 6 sütun bulunmaktadır. Kemerlerin arasındaki pencereler ise bronz bir şebekeye sahiptir. Sebilin onarım gördüğüne dair bazı arşiv belgelerine rastlanılmıştır. Belgelerde sebilin kurşunlarının değiştirilmesi hakkında yapılan yazışmalar bulunmaktadır. Bu yazışmalar H.1323-1325 / M.1905-1908 tarihli olmaktadır. M. 1907 yılında ise onarımın gerçekleştiği düşünülmektedir. Yazışmalarda 841 kuruşu kurşun, 6300 kuruşu ise diğer mahallerin onarımı için olmak üzere toplam 7141 kuruş masrafla tamir edilmesi gerektiği bildirilmiştir.



Sebilde 3 kişi çalışmaktaydı ve bu üç kişi günlük 24 akçe almaktaydı.

Çeşmeler:


Sebil Bitişiğindeki Çeşme:



Sebilin giriş kapısına bitişik olarak inşa edilmiştir. Üzerinde yer alan inşa kitabesine göre yapı, H.1157 / M.1744–1745 yılında Hacı Beşir Ağa tarafından yaptırılmıştır. İnşa malzemesi mermerdir. Onarımına ait herhangi bir kayıt bulunmamıştır ama sebilin onarımı sırasında çeşmenin de onarıldığı düşünülmektedir.


Avlu Bitişiğindeki Çeşme:



Külliyenin avlu giriş kapısı yanında bulunmaktadır. Çeşme kesme taştan yapılmıştır. Üzerinde yer alan inşa kitabesine göre yapı, H.1157 / M.1744 – 1745 yıllarında Hacı Beşir Ağa tarafından yaptırılmıştır. Onarımına ait herhangi bir kayıt bulunmamıştır ama külliyenin diğer öğelerinin onarımı yapıldığında çeşmenin de onarıldığı düşünülmektedir.




Çeşmelerde toplam olarak 4 kişi çalışmaktaydı. Ferraş-ı Meydan ve hafız-ı tas, çeşme ve musluk, bevvab ve Ferraş-ı Kenif gibi görevleri öğrencilerin yaptığı bilinmekteydi. Her görevliye günde 5 akçe verilmekteydi. Günlük olarak topla 20 akçe verilmekteydi.


Kütüphane:


Kütüphane, külliyenin cümle kapısı üzerindeki inşa kitabesine göre H.1158 / M.1745–1746 yıllarında Hacı Beşir Ağa tarafından yaptırılmıştır. Caminin batı cephesinin bitişiğine yapılmıştır. İki katlı bir düzene sahiptir. Alt katında dükkan bulunmaktadır. Farklı düzenlenmiş bir penceresi bulunmaktadır. Diğer pencereler genelde oval görünüme sahiptir. Kütüphanenin inşasında, taş, tuğla, ahşap, mermer ve maden malzeme kullanılmıştır. Kütüphanenin onarımına ait bir belge bulunmamaktadır ama caminin onarımı sırasında kütüphanenin de onarıldığı düşünülmektedir. Kütüphanedeki kitapların onarımına ait belgeler bulunmaktadır. Bu belgelerde 25 adet el yazmasının tamire ihtiyacı olduğu ve bu eserlerin beşinin onarılamayacak durumda olduğundan kütüphanede kalma şartıyla matbu nüshalarının alınmasının istendiği görülmektedir. Bu beş kitabın her birinin onarımı için yazma başına 60 kuruş, diğer yirmi kitabın durumu iyi olduğundan onarımı için yazma başına 10 kuruş ödenmesi öngörülmüştür. Toplam olarak 500 kuruş masraf yapıldığı görülmektedir.




Kütüphanede toplam 6 kişinin çalıştığı ve günlük olarak toplam 57 akçe alındığı görülmektedir. Kütüphaneden dışarıya kitap çıkarılmasının yasak olduğu yazmaktadır. Çalışmak isteyenlerin kütüphaneye gelip çalışması gerektiği söylenmektedir. Kütüphanenin yapımından kısa bir süre sonra bazı hafız-ı kütüblerin dışarıya beş günlüğüne kitap vermeleri ve birkaç kitabın kaybolması sonucu kütüphane bir süreliğine kapatılmıştır. M. Ocak 1784’te yapılan sayımda kütüphanedeki 38 kitabın kaybolduğu tespit edilmiş ve geri kalan 676 kitap hâfız-ı kütüblere teslim edilip yeni düzenlemeler yapıldıktan sonra kütüphane tekrar hizmete açılmıştır.

Toplam olarak 38 kitap kaybolmuştur ve kütüphanedeki kitap sayısı 676’ya düşmüştür. 1914 yılında kitaplar Sultan Selim Kütüphanesi’ne, 1918 yılında da Süleymaniye Kütüphanesi’ne aktarılmıştır. Şu an Süleymaniye Kütüphanesi’nde bu kütüphaneye ait 611’i yazma, 49’u basma olmak üze 660 kitap mevcuttur. (M. Günal, 2003)


Tekke:




Bağımsız bir yapı olarak inşa edilen tekke, külliyenin diğer yapılarından Hacı Beşir Tekkesi Sokağı ile ayrılmaktadır. Giriş kapısı üzerindeki inşa kitabesine göre yapı H.1158 / M.1745–1746 yıllarında
Hacı Beşir Ağa tarafından yaptırılmıştır. Eğimli bir araziye kurulmuş olan tekke, ana hatlarıyla revaklı bir avlu etrafına sıralanmış mekânlardan oluşmaktadır. Vakfiyede dokuz hücreden oluştuğu yazmaktadır. Ve ayrıca bitişiğine bir meşruta inşa ettiği belirtilmiştir. Hacı Beşir Ağa vakfiyesinde, dokuz hücrenin her birinde bir kişinin kalması, ilk hücrenin ise şeyh efendilere tahsis edilmesini şart koşmuştur.(Tay, 2014)  Mimari özelliklerinden dolayı tevhidhanenin 19uncu yüzyılda genişletildiği ve pencerelerinin düzeltildiği düşünülmektedir. Arşiv belgelerinden yapının H. 1315 / M. 1897 - 1898 ve H. 1324 / M. 1906-1907 yıllarında onarım geçirdiğini öğreniyoruz. H. 1315 / 1897 – 1898 yıllarında geçirdiği onarıma ait bir belge bulunmaktadır. Bu belgeye göre tamir edilmesi gereken yerler için 4300 kuruş gerektiği belirtilmiştir. Ancak tekkenin şeyhi yapının başka bölümlerinde de onarıma ihtiyaç olduğunu belirterek ikinci bir keşif yaptırmıştır. Bu keşfe göre de ilk keşfin dışında 950 kuruşluk bir masraf daha tespit edilmiştir. Toplam 5250 kuruş olan tamir masraflarının önce H. 1314 senesi bütçesinden karşılanması istense de yazışmalar devam ederken H. 1314 senesinin bitmesi üzerine söz konusu meblağın H. 1315 senesi bütçesine dahil edilmesi kararlaştırılmıştır. H.1315 / M.1897-1898 yılından yaklaşık dokuz on yıl sonra H.1324 / M.1906-1907 yıllarında yapının arşiv belgelerine harap bir şekilde diye betimlenmesi onarımın yapılamadığı hakkında bir düşünceye sahip olmamızı sağlar. Hazırlanan keşif defterine göre yapının 12427 kuruş masrafla onarılabileceği belirtilmektedir.



Vakfiyeye göre tekkede on yedi kişi çalışmaktadır ve günlük 115 akçe almaktaydılar. En yüksek ücreti 40 akçe ile tekkenin şeyhi almaktaydı. Tekkede, barınanlar ve gelip geçenlerin yiyip içebilmesi için birçok gıda maddesine dair veriler de yer almaktadır. Gıda maddeleri içerisinde özellikle pirincin çok önemli bir yer tuttuğu görülmektedir. Tekkenin mutfak giderleri için her yıl, pilav için 80 kile533, çorba için 15 kile ve zerde için 4 kile olmak üzere toplam 99 kile pirinç alınması şart koşulmuştur. Ayrıca 600 dirhem, fülfül, 5 kile nohut, 40 vakıyye nemek, 150 vakıyye, soğan ve 50 vakıyye hurma alınması da şartlar arasındadır.(Tay, 2014)


Sıbyan Mektebi:

Birbirinden bağımsız iki katlı bir düzenden oluşmaktadır. Alt kat sıbyan mektebi üst kat ise hünkar kasrıdır. Onarım geçirip geçirmediğine dair bir belge bulunmamaktadır. Ama II. Mahmut döneminde diğer mimari unsurlarla beraber onarım geçirdiği düşünülmektedir.


Vakfiyeden, mektepte toplam 5 kişinin görevlendirildiği ve günlük 63 akçe ücret aldıkları öğrenilmektedir. En yüksek ücreti günlük 30 akçe ile muallim almaktadır. Vakfiyede sadece görevlilerle ilgili değil, burada eğitim gören çocuklarla ilgili de bilgiler yer almaktadır. Bu bağlamda, mektepte eğitim gören çocuklardan her birine her yıl Ramazan ayında; birer kapama, birer fes, birer kuşak ve birer pabuç verilmesi vakfiyede şart koşulmuştur. Bunun yanında mektebe her sene 1000 vakıyye kömür verilmesi şartı da mevcuttur.(Tay, 2014)


6 Haziran 2019 Perşembe

Sharman Apt RUSSELL - Açlık; Doğal Olmayan Bir Tarih Kitabı Üzerine




Sharma Apt RUSSELL kimdir?

Sharma Apt Russell Amerika doğumlu (1954) bir doğa, arkeoloji, açlık, panteizm vb. konularda eser veren bir yazardır. Birçok kitabı olmasına rağmen sadece Açlık kitabı Türkçe diline çevrilmiştir.

Açlık:

Yazar “Açlık” ı yapılan deneyleriyle, ünlü yazar ve bilim adamlarının hikayeleriyle, siyasal ve tarihi süreçleri ile kendi deneyimlerini de katarak anlatmıştır. Benim için ilgi çekici olan ve oldukça göze çarpan kelimelerle de başlıyor. Bunlar: Açlık Sanatçısı ve Profesyonel Aç. Bu tarz tanımları ilk defa duyuyordum. Kitap ilk olarak Kafka örneklemeleriyle başlıyor, G. Orwell, J. Piper vb olarak da devam ediyor. Çokça örneklemeye, hikayeye yer veriyor. Sonra kitap aç kalınma zamanlarından bahsedip açlık grevlerine, hastalıklarına, 1944 yılında 2. Dünya Savaşı sonunda başlayan Minnesota Diyeti’ne ve bu çalışmayla ilgili çıkan kitaplara, açlığın antropolojik verileriyle kıtlığa, oruca değinip sosyal nedenlerle ve Aziz Patrick ile sonlandırmıştır.

Kitabı “keyifle” okudum diye bir cümle kurmak istemiyorum. Çünkü bu kitap çabucak okuyabileceğiniz, elinizden düşürmeyeceğiniz nitelikte olabilir evet ama anlattığı konu ve yazıları düşünürsek keyif kelimesi cümlede biraz öne çıkabilir. “Açlık” kavramının kafamızdaki yerini kurcalamaya başlatan bir kaynak diyebilirim. Aç kalmanın insana faydalarının da olduğunu ama bunu seçme şansı olmadan aç kalmaya mecbur olanların varlığı bizim hep bildiğimiz bir şeydi. Burada bu bilgileri pekiştirip açlığın yakın tarihini görecektik. Antropolojik araştırmaları anlatırken bahsedilen en geç tarih M.Ö 100lere Çin’e gitmektedir. Çin’de kayıtlı olarak o günlerden 1911’e kadar 1800’ün üzerinde kıtlık yaşandığını söylemektedir. Ve bu kıtlığın yamyamlık belirtilerini de doğurduğunu. Diğer antropolojik araştırmalarda ise Kızılderililerden, Ik halkından, Gurage halkından vb. bahsetmiştir. Bu halklar bile değişiklik gösteriyordu. Kimisinde beslenmenin bencilliği doğurduğu kimisinde ise açlıkla yaşamayı öğrenen toplumları görüyorduk.

Açlığın şeker, tansiyon gibi hastalıklara iyi geldiği ama bir süre sonra vücudun kendi kendini tüketmeye başladığını anlatır. Aklıma sorular gelmeye başlamıştı bile eski insanlar hakkında kendi kendimi kurcalayan sorular soruyordum. Avcı - toplayıcı bir topluluk her zaman karınlarını doyurma ihtimalleri düşük peki açlıklarının ona faydaları veya zararları nelerdi? Mesela bir vücudun açlıktan kendini tüketmesi kemiklerden de anlaşılabiliyor mu? Şeker ve tansiyon gibi şeyler sinirle de bağlantı olduklarından kemikte izler bırakabileceğini sinirin iskelette görülebildiğini okumuştum.¹ Bu kitap aklımızda çok sayıda soru biriktirmemize ve bunu araştırmak için kollarımızı sıvamamızı sağlıyor. Kitap arkeolojik verilerle de anlatacağını söylese de prehistorik döneme pek değinmemiştir. Bu yüzden anlatılan verilerle o dönemi kıyaslayarak okumaya devam ettim. Açlığın bir belirtisi olarak yamyamlığın doğduğunu eski dönemlerde de bununla ilgili bulgular olduğu biliniyor. Aç kalınan veya kalınabilecek günleri anlatımı sırasında prehistorik bir insanın 30 gün aç kalabilirse eğer tekrar avlanma ve toplama gücü konusunda çok sıkıntı yaşayacaktır. Bu deneylerdeki insanlar günümüz koşullarında belki bir değişiklik olması isteğiyle yapıyor ve çıktığında onu bekleyen insanlar olacak ve ona yemek verilecekti. Ama bu koşullarda olmayan bir prehistorik insan o zamanın şartları ve vücud tipinin, kaslarının bizden daha iyi olması da düşünülerek yaşanılan güç kaybı sonucu avlanma zorluğu çekecektir. Kaslar yağ ve proteinle orantılı gelişir. Ama buzul koşullarda yaşamayan bir insan her yerde yiyecek bir şey bulabilir. Oruç? Neden bulunmuş olabilir. Bazı yerlerde Prehistorik dönemden beri oruç kavramının olduğu yazıyordu. Bu kavram o zamanlar neye bağlıydı? Bizdeki oruç kavramıyla ilişkisi neydi? Bilinen oruç kavramı anlamına en yakın olarak Japonya ve Hindistan’da daha bariz bir şekilde görülüyordu.

Bu kitap konusunda kötü eleştiri yapabileceğim bir şey yok aslında. Bana kaynaklarıyla beraber açlık tarihini sunuyor ve gerisi bana kalıyor. Açlık ve arkeoloji bağını kendi kafamda oturtmam gerekiyordu. Yemek insanın hayatını şekillendiren bir ihtiyaç, açlık ise zorlaştıran bir mecburiyet durumuna düşebilirdi ya da dini bağlarla desteklenen açlıklar, açlığı araştırmak için yapılan deneyler olabilirdi. Arkeolojik olarak insan hakkında en çok araştırılan şeyler barınma, ritüel ve beslenme ile ilgili şeylerdi. Mesela arkeolojiyi çağ veya devirlere bölerken insanlarını tanımlarken beslenmenin etkisini çokça kullandık. Avcı - toplayıcı topluluk dedik. Sadece beslenme ekonomisine göre isim verilmiş olundu. Neolitik tarıma başlandı o zaman farklı bir devir geldi diye düşünüldüğü olmuştur. Neolitik’i ayırırken çanak çömlek olma durumuna göre ayırdık. Çanak çömlek beslenmenin somut örneklerinden biri. Beslenmelerini bilmek insanları tanımak olurdu. O yüzden küçücük bir tohum tanesine, bir insan dışkısına, dişteki ufak bir kalıntıya sevinen bir bilimiz. Neolitik sonrası ise artık bizim için öncelik değişmişti. Beslenme sistemleri bizim için artık oturmuş ve değişen yeni sistemlerin varlığıyla başka şeylere ağırlık vermiştik. Şimdi ise insanlar olarak açlıkları görmezden gelip çoğunun bencilce yeme isteğiyle dolup taştığı bir dünyada yaşıyoruz. Herkes gazete, internet gibi yerlerde görüp üzüldüğünü söylerken yardım konusunda herkes kaçıyor. Ramazan ayında böyle bir kitap seçmenin ve okumanın sizin için iyi bir şey olduğunu da söyleyebilirim.