18 Eylül 2019 Çarşamba

Eski Çağlardaki Göçlerle İstanbul


İnsanlar tarih öncesi çağlardan beri göç halindeydi. Afrika’da gelişen insan ırkından ilk olarak Afrika kıtasından dışarı çıkan insan ise Homo Erectus’tur. Homo Erectus fosilleri Kenya, Çin, Etiyopya, Endonezya, Vietnam, Gürcistan, Macaristan, Türkiye gibi yerlerde görülmektedir. Türkiye’de Denizli ilimizde bulunan ve “Denizli Adamı” denen insan kemiği Homo Erectus’a ait olup günümüzden önce 1.1 milyon yılına tarihlenmektedir. Neanderthal ile göçler devam etmektedir. Neanderthal insan Avrupa, Asya ve Ortadoğu’da görülmüştür. Sapiens ile birlikte ise yayılım çok geniş coğrafyalara ilerlemiştir. Ve hala devam etmektedir.

Eski kaynaklarda Türkiye’nin ilk insanların yaptığı göç yolunda görülmemekteydi. Çünkü henüz buluntular çıkarılmamıştı. Denizli gibi yerlerde bulunanlar sayesinde Türkiye’nin de bu göçün bir parçası olduğu anlaşılmıştır. Tarih öncesi dönem alet yapan ilk insandan (Homo Habilis) yazının bulunuşuna kadar olan dönemi kapsamaktadır. Ama kültürlere göre tarihlerde artı veya eksi değer olmaktadır.

Tarih öncesi göçler hakkında bilgi vermeye geçmeden önce aşağıda tarihlendirmeleri görmektesiniz:

Paleolitik Dönem - Yaklaşık MÖ 3.200000 - 12.000 
Alt Paleolitik - Orta Paleolitik - Üst Paleolitik 
Epipaleolitik Dönem - MÖ 12000 - 10000 
Neolitik - MÖ 10000 - 5000 
Çanak Çömleksiz Neolitik - MÖ 10000 - 7000
Çanak Çömlekli Neolitik - MÖ 7000 - 5000 
Kalkolitik - MÖ 5000 - 3000  
Tunç Çağı - MÖ 3000 - 1200 
İlk Tunç Çağı - MÖ 3000 - 2000
Orta Tunç Çağı - MÖ 2000 - 1750
Geç Tunç Çağı - MÖ 1750 – 1200 
Türkiye’de Paleolitik ve Epipaleolitik dönemlere tarihlenen birçok yerleşme bulunmaktadır. Karain, Öküzini, Yarımburgaz ve Hallan Çemi gibi alanlar en çok bilinen yerleşmelerdendir. Ben İstanbul’da olan Yarımburgaz’dan bahsedeceğim. Küçükçekmece Gölü’nün kuzeyinde bulunan yerleşim alanında 1960 – 1990 yılları arasında aralıklı olarak kazı çalışmaları yapılmıştır. Yarımburgaz yaklaşık olarak günümüzden 400.000 yıl öncesine tarihlenmektedir. En eski buluntular Alt Paleolitik döneme ait olup o dönemde Epipaleolitik döneme kadar bir boşluk görülmektedir. Su seviyesinde yaşanan yükselmelerden dolayı insanların bu mağaradan göç ettiği düşünülüyor. Çünkü mağara bir süre boyunca sular altında kalmış ve böylece insanlar yerleşim yapamamıştı. Suların çekilmesinden sonra tekrar yerleşimler olmuştur. Kalkolitik dönem de dahil olmak üzere aralıklı kullanımlar olmuştur. Yarımburgaz’ın etrafı şu an tellerle çevrili olmuş olsa da çok tahribata uğramıştır. Gerek film çekimler gerekse telleri aşıp giren insanların orayı kullanmasından oluşan tahribatlar bulunmaktadır.

Neolitik döneme gelindiğinde MÖ 7000 yıllarında “Bereketli Hilal” bölgesinden bir göç hareketinin başladığı düşünülmektedir. Bereketli Hilal diye adlandırılan bölge şu anki adlarıyla doğuda Zagros Dağlarını, batıda Suriye topraklarını, güneyde Filistin’in güneyini ve kuzeyde Güneydoğu Anadolu’yu kapsayan, Dicle ve Fırat’ı da içinde bulunduran hilal biçiminde bir alandır. Bu bölge tarımın bulunduğu bölge olduğu için ismine “Bereketli” kısmı da eklenmiştir. Buradaki çiftçi insanlar MÖ 7000’de göç etmeye başlamadan önce yaklaşık üç bin yıl kadar bulundukları alanda bir köy yaşantısındaydılar. Gerek iklimsel gerek besin sorunlarından göç etmeye başlamış olabilirlerdi. Göçe başlayan insanlar kendileriyle birlikte kültürlerini de göçle götürüyorlardı. İstanbul bu göç yolunda önemli bir yere sahiptir.

İstanbul ve çevresinde bulunan bazı Neolitik yerleşmeleri aşağıdaki haritada görmektesiniz:



Ben size Fikirtepe, Pendik, Beşiktaş ve Yenikapı yerleşimlerinden bahsedeceğim.

Fikirtepe MÖ 6500 – 5800 yıllarına tarihlenen bir Neolitik yerleşme bulunmaktaydı. “Fikirtepe Kültürü” diye adlandırılmaktadır. Fikirtepe yerleşimindeki yapılar Anadolu’dakilerden biraz farklı olsa da çanak çömlekleri İç Anadolu’daki çağdaşlarıyla yakın bir benzerlik taşıyordu. Yapılar gerek suya yakınlıkları nedeniyle gerekse kullanılabilecek madde nedeniyle değişiklik göstermiş olabilir. Aynı zamanda ölüleri ise hocker (cenin) pozisyonunda gömüldüğü ve yanında hediyeler olduğu görülmektedir. Bu da Anadolu ile benzeşen başka bir özelliktir.


Prof. Dr. Mehmet Özdoğan Fikirtepe için “Fikirtepe’nin öneminin; ilk örnekleri Anadolu’da ortaya çıkan tarımcı topluluk kültürünü batıya taşımasında öncü olarak görür. Avrupa tarım toplumu açısından en çok tartışılan konulardan biri olan, Neolitik kültür göç yolu ile mi yoksa ticaret yolu ile mi Avrupa’ya taşındığının anlaşılması yönündedir. Fikirtepe bu sürecin göç yolu ile olduğunu gösteren en önemli örneklerden biridir.” demiştir.

Fikirtepe’ye sonraki dönemlerde Fenikelilerin göç ettiği de bilinmektedir. Ona ilerde değineceğim.


Pendik MÖ 6400 yıllarına tarihlenmektedir. Pendik kazısı göç ile gelen tarım topluluklarının geldikleri yerde bulunan balıkçı – avcı toplulukla nasıl yaşadığı hakkında düşünülen soruların bazılarına cevap vermiş olmaktadır. Tarım toplulukları Pendik’e geldiğinde orada bulunan balıkçı bir topluluk bulunmaktaydı. Yerleşimde Fikirtepe benzeri yapılar bulunmaktaydı. Bu yapılar dallarla yapılmış basit, yuvarlak kulübelerdi. Kazılar devam ettikçe başka tarzlarda yapılar bulunmaktaydı. Taş döşeli tabanlara sahip yapılar ve dörtgen kerpiç depo alanlarına sahip bu yapılar Anadolu kültüründe gözüken yapı tipiydi. Aynı zamanda ölü gömmelerinde farklılık görünmektedir. Anadolu kültürüne ait olan hocker pozisyonunda gömüler ile başka gömü çeşitleri bulunmaktadır. Pendik’in Anadolu kültürünün Avrupa’ya giden yolunda olduğu açık bir şekilde görülmektedir. Bizans döneminde de kullanılan yerleşim bu dönemde yapılan çalışmalardan dolayı tahribata uğramıştır.


Neolitik Dönemleri MÖ 6500lere Tarihlenen Beşiktaş’ta Neolitik Dönem dışında Son Tunç Çağı’na ait mezarlar da dikkat çekmektedir. İstanbul’da bulunan Neolitik dönem yerleşmeleri olsa da hala tarihsel olarak birtakım boşluklar bulunmaktadır. Beşiktaş’taki çalışmalardan sonra bu boşluklarda kapanmalar olacaktır. Ve bulunan yuvarlak yapılar İstanbul’un yakınındaki başka Neolitik yerleşmelerde de görülmektedir. Beşiktaş’ın da göç yolunda bulunduğu görülmektedir.

İstanbul Arkeoloji Müzesi Müdürü Zeynep Kızıltan bu mezarlar içi “Bu mezarların bazılarının içinde ölü hediyesi olarak taş balta, bronz ok ucu veya alet ile pişmiş toprak kaplar bulundu. Erken Demir Çağı’na (MÖ 1200-800) tarihlendirilen mezarlar belgeleniyor. Ayrıca üç iskeletten oluşan toplu bir mezar da açığa çıkarıldı. Bu tür mezarlar, Karadeniz Bölgesi’nde göç dalgasıyla gelen insanlara ait mezar tipidir.” demiştir. Kuzey Karadeniz’de bulunan topluluklar o dönemki savaşlar ve iklimsel nedenlerden dolayı Batı Anadolu’ya doğru göç etmişlerdir.


Yenikapı ise yaklaşık olarak MÖ 6000 yıllarına tarihlenmektedir. Yenikapı’da Neolitik döneme ait mimari, küçük buluntular ve mezarlar görülmüştür. Küçük buluntuları Fikirtepe ve Yarımburgaz buluntularıyla benzerlik göstermektedir. Ayrıca 1000 taneye yakın Neolitik döneme tarihlenen ayak izi bulunmuştur. Bu insanlar avcı – toplayıcılarmış ama sonrada bulunan buğday benzeri buluntular tarımın da buraya geldiğinin kanıtı olmuştur. Mimarilerinde dal örgü kullanmışlardır. Üç tür ölü gömme şekli görülmüştür: Hocker (Cenin), Kremasyon (Yakarak gömme) ve ahşap üzerine yatırılmış ve yine üzeri ahşapla kapatılmış mezarlar bulunmuştur. Kremasyon mezar Anadolu’da nadir görülmekle beraber hocker mezarlar Anadolu kültürünün bir parçasıdır. 

Prof Dr. Mehmet Özdoğan'ın tarih öncesi göçler için hazırladığı haritalar:





Peki olduğu düşünülen Avrupa’ya göçün kanıtları arasında neler vardır?

Doğu Avrupa’da görülen çanak çömleklerin Anadolu’dakilerle benzerlik göstermesi kanıtlardan biridir. Hammadde gibi bazı konularda değişiklikler olması normaldir. Ama süsleniş, çanakların biçimi konularında büyük benzerlikler taşımaktadır. Yapıların yapı malzemeleri dışında yapış şeklinde bazı benzerlikler görülmektedir. Aynı zamanda ölü gömme şekillerinde olan değişimler ortadadır. Hocker şeklinin kullanımı da göçün kanıtları arasında sayılabilir.

Kentin çekirdeğini oluşturan ilk yerleşmeler, MÖ 8-7. yüzyılda bugünkü Yunanistan’ın kuzeyinden göç eden Megaralılar tarafından burada kurulmuştu. MÖ 9. yüzyıldan başlayarak Kıta Yunanistan’da kıtlık ve yoksullukla beraber nüfus artışı baş gösterince insanlar toplu halde yeni yerleşimler kurmak için göç etmeye başlamışlardı. Megaralılar gelmeden önce İstanbul çevresinde Troya’nın da yıkılmasında etkili olan Trak kabilelerinden Tinler ve Bitinyalılar yaşıyorlardı. MÖ 1000 yıllarında Fikirtepe’ye gelen Fenikeliler’in koydukları isimden kaynaklanarak Khalkedon adını aldıkları düşünülmektedir. Fenikeliler buraya ticaret için geldiği ve bir süre burada bulunduklarına dair bir tez bulunmaktadır. Bu kelimenin Fenike dilindeki Halkedeon “Yeni Şehir” kelimesinden türediği düşünülmektedir. Burada ticaret kolonileri kurdukları ve çanak çömlek konusunda ustalaştıkları düşünülmektedir. Khalkedon’a Körler Ülkesi denmekteydi. Bunun sebebi daha sonra karşılarında kurulacak olan Doğu Roma İmparatorluğu’nun zeminlerini sağlayan kişiler Khalkedonluların neden karşı tarafı seçtiklerini, kendi bulundukları tarafın daha iyi olduğunu bundan dolayı sebeplerini anlamadıklarından “Körler Ülkesi” diye seslenmeye başlamışlardır. Tarihçi Arnold J. Toynbee’ye göre Megaralıların Kadıköy’ü seçme sebebi tarıma elverişli olmasıydı. Çünkü Megaralıların kendi yerlerinden göç etme nedeni olarak toprak yoksunluğunu düşünmüştür. Bu yüzden Megaralıların Kadıköy’ü verimli topraklarından dolayı seçtiğini düşünmektedir.

Roma İmparatorluğu MÖ 1. yy da kurulmuştur. Ve İtalya’dan gelen Etrüsk ve Latin kökenliler

Tarafından kurulduğu bilinmektedir. Roma İmparatorluğu’nu sonlandıran olaylardan biri de Kavimler Göçü olmuştur. Roma İmparatorluğu’nun hem iç karışıklarla hem de dıştan gelen saldırılarla uğraştığı dönemde Asya’dan gelen Hunların olduğu Kavimler Göçü de üzerine eklenince Roma artık kendini koruyamayacak seviyeye gelmişti. Ordusu zayıflamıştı. Maddi koşullardan da sorunlar yaşamışlardı. Orduya verecekleri paralar için halka daha fazla vergi almaya başlamıştı. Bu sorunlar üstüne Kavimler Göçü, Sasaniler, güneyden gelen vandallar, Germenler derken Roma İmparatorluğu daha fazla ayakta duramamıştır.

İstanbul tarih öncesi çağlardan itibaren göçlerin yaşandığı yerlerden biri olmuştur. İki kıta arasındaki eksiklikleri tamamlamıştır. Kazılarla birlikte daha fazla bulguyla İstanbul’un tarih öncesi göçlerdeki yeri daha iyi anlaşılmaya ve aktarılmaya devam edecektir.


11 Ağustos 2019 Pazar

Mihrişah Valide Sultan Vakfı ve Eyüpsultan Külliyesi


1. Mihrişah Valide Sultan ve Hayatı

Mihrişah Valide Sultan 1745 yılında doğmuştur. III. Mustafa ile evlendi ve Mihrişah adını aldı. Önceki ismi tam olarak bilinmemektedir. III. Selim’in annesidir. Yaptığı hayır işleri ve dine olan sevgisiyle bilinmektedir. Valide Sultanlığı süresince; devlet işlerine fazla karışmamış, genellikle hayır işleriyle ilgilenmiştir. Bazı belgelere göre saltanat dönemlerinde eşi III. Mustafa ve oğlu III. Selim'e yardımlarda bulunmuştur. Bunun bir örneği eşi Sultan III. Mustafa‟ya kendi şahsi varlıklarından senet karşılığı borç vermesidir. Mihrişah Valide Sultan, 16 Ekim 1805 tarihinde vefat etmiştir. Türbesi kendi yaptırmış olduğu Eyüp Mihrişah Valide Sultan Külliyesi içinde yer almaktadır. Valide Sultan, Eyüp’ün manevi boyutunu önemsemenin yanı sıra siyasi boyutunu da ihmal etmemiş, külliyesini Osmanlı padişahlarının tahta çıkmadan önce kılıç kuşanmak için geldikleri Eyüp Sultan’da güzergahları olan cülus yolunun kenarına inşa ettirmiştir. Şehzadelerin padişah olmak üzere kılıç kuşanma merasimi için Eyüp Sultan’ın huzuruna giderken attan indikleri, kılıç kuşanıp padişah olduktan sonra ata bindikleri binek taşı imaretin kapısının önündedir. 

2. Mihrişah Valide Sultan Vakfı

Mihrişah Valide Sultan vakıf çerçevesinde birçok hayrat yaptırmıştır. Bu hayratlar arasında Eyüp Sultan’da bulunan Mihrişah Valide Sultan Külliyesi’dir. Külliye, dini bir merkez haline gelen Eyüp’te yapılmıştır. Mihrişah Valide Sultan kendi türbesinin de bu külliye içinde olmasını sağlamıştır.

2.1. Hayratları

Mihrişah Valide Sultan Vakfı’nın hayratları:
1.      Camiler
1.1.    Mehmed Paşa Camii
1.2.    Humbarhane Camii
2.      Sıbyan Mektebi
3.      İmaret
4.      Sebil
5.      Türbe
6.      Çeşmeler


2.2. Akarlar

Mihrişah Valide Sultan Vakfı’na bağlı 159 tane akar bulunmaktadır. Bu akarların türü şu şekildedir:

Eyüp Sultan’da bulunan Mihrişah Sultan Külliyesi’ne bağlı akarların sayısı:
  1. Kayıkhane (1 Adet)
  2. Dükkan (20 Adet)
  3. Kahvehane (1 Adet)
  4. İmalathane (1 Adet)
  5. Çiftlik (12 Adet)
  6. Arsa (1 Adet) 


3. Eyüp Mihrişah Valide Sultan Külliyesi Unsurları



Mihrişah Valide Sultan Külliyesi, Eyüp ilçesinde bulunmaktadır. 1792-1796 yılları arasında Mihrişah Valide Sultan tarafından Mehmed Arif Ağa ve Ahmed Nurullah Ağa başmimarlığında yapılmıştır.


Mihrişah Valide Sultan Külliyesi içerisinde sıbyan mektebi, türbe, imaret, sebil ve çeşmeler bulunmaktadır.


3.1. Sıbyan Mektebi

Sıbyan mektebi ilk yapıldığı zaman kare bir plana sahipti. 1997 yılında yapılan onarım ile “L” planlı bir yapı haline gelmiş. Daha sonra 2008 yılında da restorasyon görmüştür. Yapımında tuğla ve taş kullanılmıştır. Yapının pencereleri de değiştirilmiştir. Bununla beraber günümüzdeki kullanımı için yapıya ek bölümler yapılmıştır.
2011 yılında da restorasyon çalışmaları devam etmiştir. Sıbyan mektebinde 2017 yılında başlanılan restorasyon çalışmaları hala devam etmektedir.

3.2 Türbe

Türbe Mihrişah Valide Sultan’ın ölümünden sonra yapılmıştır. Yapımında beyaz mermer kullanılmıştır. Türbede Mihrişah Valide Sultan, Hatice Sultan, Rahime Perestu Kadın, Beyhan Sultan ve Refet Kadın’a ait beş sanduka mezar bulunmaktadır. Girişin sağındaki mezar Mihrişah Valide Sultan’a aittir. 
1839 yılında Mihrişah Valide Sultan’ın sandukası onarılmıştır.

3.3. Çeşme

Vakfedilen çeşmelerin su ihtiyaçlarının nasıl karşılanacağına gelince; İmaretin bitişiğinde olan çeşmenin su ihtiyacının Kırkçeşme suyundan olup, Eyüp İslam Bey mahallesindeki kubbeden ifraz edilerek erbâb-ı miyah marifetiyle imaret, türbe, sebil ve çeşmeye bağlanan 8 masura sudan karşılanacağını daha önce söylemiştik.

3.4. Sebil

Sebil. imaretin bitişiğindeki cephe üzerinde yer alan ve iki yanındaki çeşmeleri örten geniş saçaklı gövdesi beş dalgalı yüze bölünmüş sebil barok üslubunun abidevi örneklerinden biridir. Altta pilastırlar arasında her yüzey kare formlu kartuşlarla dolgulanmıştır. Cephelerde ikisi pembe, biri mermer olan, üçlü demet sütunları birbirine bağlayan akant yapraklı, "S" ve" C" profilli kemerler arasında bitkisel tezyinatlı dökme demir şebekelere sahip pencere açıklıkları yer alır. Pencerelerin üzerinde yine pilastırlarla bölümlenmiş yüzeyler bu defa birbirinden profilli bir kornişle ayrılmış olup iki kat şeklinde devam etmektedir. Bunlardan ilki, "S" ve "C" kıvrımlı kemerler ve akant yaprakları ile meydana getirilen kartuşlara sahiptir. En üsttekinde tekrarlanan benzer kartuşlar her pencerenin üzerindeki dörder mısralık kitabeyi çevreler. Yesari Mehmed Esad'ın hattı olan kitabenin yazarı Galata Mevlevihanesi postnişinlerinden Şeyh Galib'dir. Sebilin içinde sağda yalaklı küçük bir çeşme vardır. Sebilin iki yanındaki çeşmeler, iki yandan köşeli pilastırlardan oluşan yüksek kaideler üzerine oturan, helezonik kıvrımlı, akantyaprak başlıklı, yarım daire kesitli sütunlarla sınırlanmıştır. İçte iki pembe sütun üzerinde pilastırlı kitabeli, "C" ve "S" form! u bir tepelik yer alır. Ayna kısımlarını "S" profilli kemerIere sahip dikdörtgen kartuşlar dolgulamaktadır. 

3.5. İmaret

İmaret, külliyenin en önemli bölümlerinden biridir. İmaretin avlusunda Mısırlı Mustafa Fazıl Paşa ve ailesine ait lahitler bulunmaktadır.
Eyüp İmareti günümüzde Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün önemli hizmetlerinden biridir. 1997 yılının sonuna kadar günlük 1000 kişilik olan kapasite 1998 yılı başından itibaren 2500 kifliye çıkarılmıştır. İmarette lazım gelen onarımlar yapılmış, buharlı yemek pişirme kazanları ilave edilmiştir. Bu imaret 1999 yılında Milli Eğitim Bakanlığına devredilen 60 civarındaki yurtta barındırılan 10 000 in üzerindeki fakir öğrenciye de önemli bir destek sağlamaktaydı. Şu an kurban kesim yeri olarak da kullanılmaktadır.


29 Haziran 2019 Cumartesi

Troia - Troya - Truva

Troia Coğrafyası


M. Korfmann 1982 - 87 yılları arasında Beşiktepe yöresinde ve 1988’den itibaren Troia’da yürüttüğü arkeolojik araştırmalarında çevrenin yüzey şekillerindeki olası değişiklikleri göz önünde bulundurmuştur.

Troia, Anadolu’nun kuzeybatısında, Ege ve Marmara denizleri arasında batıya uzanan geniş bir yarımadanın köşesinde bulunmaktadır. Bu yarımada eski jeolojik çağlara ait kristalin bir temel üzerinde gelişmiştir. Bunun üzerine eklenen sonraki çağlara (Mezozoik ve Tersier) ait çeşitli sedimanter ve volkanik birimler ise daha yakın jeolojik çağlardaki (Neojen) gelişmelere temel olmuştur. Troia, en genç jeolojik birimlerin en yeni yerkabuğu hareketleri ile parçalanması sonucunda oluşan alçak bir plato sırtının batı ucunda bulunmaktadır. Bu nedenle Troia çevresindeki alüvyonların kaynağı, uzun jeolojik çağlar boyunca tekrar tekrar yükseklerden aşınıp çukur alanlarda biriken sediman kayalardır ve alüvyonların çok büyük bir bölümü ince kumludur. Bu özellik, sedimantasyon ortamlarındaki morfo-dinamik etkilerin ve farklı ortamların ayırt edilebilmesini zorlaştırmıştır. Troia projesi kapsamında çeşitli yöntemlerle sürdürülen çevresel araştırmalardan bilgilerin sınırlı kalmasına neden olmuştur. Bunlara örnek; jeofizik araştırmaları, polen analizleri, makro ve mikro denizel organizmalar, tarihlendirme yöntemleri - keramik üzerinde yapılan analizler, C14, OSL.





Jeolojik Gelişimi


Troia çevresi günümüzdeki görünümünü 2 aşamada gerçekleşen gelişmeler sonucunda almıştır. İlk aşama jeolojik yapının oluşumunu ve gelişimini kapsamaktadır; ikinci aşama ise günümüzün topoğrafyası oluşmuştur. Bu sürecin son safhasında Troas’daki tarih öncesi yerleşim başlamıştır. Çevre ve yüzey yapısının gelişim tarihiyle ilgili bu zaman kesiti arkeolojik açıdan özellikle önemlidir. Biga yarımadası, daha eski metamorf donmuş bir kayaç tabakasının üzerinde yer alan tortul ve volkanik kayaçlardan oluşmaktadır. Neojen’de yükselen sıra dağ silsileleri arasında çukurlar meydana gelmiştir. Troia’nın çevresindeki alçak sırtlar bu dönemde denizin dibinde biriken tortullardan oluşmuştur.

Deniz Seviyesindeki Değişimler


Türkiye, güneyde bulunduğu için Avrupa’dakine benzer bir buzul çağı yaşamamıştır. Kutupların buz tutmasıyla deniz seviyesinin düşmesi sonucunda Akdeniz’in kıyı bölgelerinde ve bu arada Türkiye de değişiklikler olmuştur. Özellikle Troia’nın batısındaki Karamenderes gibi akarsuların döküldüğü yerlerdeki düzlüklerin doğal yapısında önemli jeomorfolojik değişiklikler gerçekleşmiştir.

Son buzul çağının bitiminde, yaklaşık 20.000 - 18.000 yıl önce, deniz seviyesi şimdikinden 100 metre daha aşağıdaydı. Bu bağlamda Marmara denizi ve Karadeniz de birer göldü. Çanakkale ve İstanbul Boğazları birer akarsu vadisiydi ve Karamenderes bugünkü Çanakkale Boğazı’nın yerinde bulunan ana ırmağın bir koluydu. Troia çevresindeki ovada yapılan sondajlarla belirlenen kum ve çakıl katmanları, o dönemin yeryüzü seviyesinin yaklaşık 30 - 40 m daha aşağıda olduğunu göstermiştir.

Bundan sonraki buzul arası devirde (Holosen) deniz seviyesi, kutuplardaki buzulların erimesine bağlı olarak sürekli yükselmiştir. Yaklaşık 10.000 yıl önce deniz, güneye doğru şimdiki Karamenderes’in ağzına kadar uzanıyordu. Bu dönemde Karamenderes’in körfeze tortu sürüklemiş olduğunu göz önünde bulundurmak gerekir. Körfez kıyı çizgisi deniz seviyesinin yükselmesinin ve alüvyal tortu sürüklenmesinin ortak etkisi sonucunda sürekli değişime uğramıştır. M.Ö. 5000 yılına kadar düzenli yükselen deniz seviyesinin sonucu kıyı çizgisi güneye kaymıştır.

Deniz seviyesi günümüzdeki seviyesine yaklaşık olarak M.Ö. 4000’lerde ulaşmıştır. Bu zaman içinde kıyı, tortu çökmesi sonucunda değişime uğraşmış ve buna bağlı olarak kuzeye doru uzanmıştır. Sondajlar, o zamanlar Troia’nın güneyinde büyük bataklıklar bulunduğunu göstermektedir.








Yapılan jeolojik araştırmalar deniz seviyesinin son 6000 yıl zarfında değişmiş olduğunu göstermektedir. M. Korfmann yönetimindeki Beşik-Projesi kapsamındaki araştırmalar, deniz seviyesinin 5000-3500 yıl önce 2 m kadar düştüğünü ve sıfır yılına kadar yine bugünkü düzeyine geri döndüğünü ortaya koymuştur. Bu değişikliğe yol açan nedenler bilinmemektedir. Tunç Çağındaki alçalmanın nedeni ise tektonik hareketlere bağlı olabilir. Deniz seviyesindeki bu küçük değişiklikler, Karamenderes ve Dümrek alüvyal ovalarının gelişmesini etkilemiş ve bu da Troialıların Tunç Çağı’ndaki faaliyetlerini yansıtmıştır.

Troia M.Ö 4000 - 2500 yılları arasında bir liman kentiyken M.Ö 1000 - 500 sonrası önü kapanmaya başlıyor.

Kazı Tarihçesi Hakkında


Heinrich Schliemann (1870 - 1890), Wilhelm Dörpfeld (1893 - 1894), Carl W. Blegen (1932 - 1938), Manfred O. Korfmann (1988 - 2005), Ernst Pernicka (2006 - 2012), Rüstem Aslan (2013 )


Anlatacağımız kültürlere göre tabakalanma:


Denizel Troya Kültürü-Liman (İTÇ I - İTÇ 2)

Troya I - M.Ö 2950-2550

Troya II - M.Ö 2550-2250

Troya III - M.Ö 2250-2200/2000


Anadolu Troya Kültürü (İTÇ III - OTÇ geçiş)

Troya IV - M.Ö 2200/2000-1900

Troya V - M.Ö 1900-1700


Yüksek Troya Kültürü

Troya VI - OTÇ -> STÇ M.Ö 1700-1200

Troya VII - STÇ -> Demir Çağı M.Ö 1200-950

Troya VIII - Helenistik çağ M.Ö 700-85

Troya IX - Roma dönemi M.Ö 20-M.S 500

Denizel Troia Kültürü


İlk Tunç Çağı I ve İlk Tunç Çağı II dönemlerini kapsayan kültürdür. Troia için yaklaşık olarak M.Ö 2900 - 2200 / 2000 tarihlerini gösterir. Kültür Marmara Denizi ile Kuzey Ege tarafından sınırlandırılmıştır. Başlangıcından beri surla çevreleniyor. Yapılarda da çevresel özelliklere bağlı olarak taş temel ve kerpiç kullanılıyor. Troia I ve II’de kıyı Troia’nın batısından geçiyor ve kuzey yamaçlara dalgalar vuruyordu.

Anadolu Troiası Kültürü


Troia kronolojisinde İlk Tunç Çağı III - Orta Tunç Geçiş evrelerine denk geliyor. Troia III (Denizel Troia), Troia IV ve Troia V (Anadolu Troia)te deniz seviyesi 2 metre kadar alçalıyor. Böylece alüvyal kıyı ovasının kuzeye doğru yayılmasının beklenenden daha hızlı olduğu düşünülmektedir.


Yüksek Troia Kültürü






Resimde Troia VI evresine ait bir rekonstrüksiyon çalışması var. Troia VI su seviyesinin en çok alçaldığı dönem olup bu dönemde Troia çevresinde su baskını ovası meydana gelmiştir. Dümrek, sırtın kuzey yönünde nispeten büyük bir akarsu biçiminde ve derin bir yatakta akmaktaydı. Strabon 'un tasvirlerine göre o dönemde bugünkü Kumkale ile batıda tarih öncesine tarihlenen Kumtepe arasında uzanıyordu.

Buna göre Troia VI ile Strabon 'un yaşadığı zamanlar arasındaki 1000 yılı aşkın süre zarfında kıyı çizgisindeki değişimin yavaşladığı anlaşılmaktadır.

Bunun nedenini deniz seviyesinin tekrar 2 metre kadar yükselmesinde aramak gerekir, ayrıca Karamenderes’in alüvyonları yakındaki Çanakkale Boğazı’nın akıntılarıyla devamlı açığa sürüklenmiştir. Yavaş değişimin ve son 2000 yılın neredeyse sabit kalan deniz seviyesinin sonucu olarak, sadece bugünkü Kumkale' nin kalan küçük koy görünmektedir.





Uzun yıllar yapılan çalışmalar ve edinilen deneyim sonucunda paleocoğrafya rekonstrüksiyonları için en uygun ve güvenilir yöntemin delgi sondajlarla sağlanan sedimantolojik - statigrafik veriler olduğu anlaşılmıştır.

Bugüne kadar özellikle alüvyon ovasının arazi yapısındaki değişiklikleri belirlemek için 263 sondaj tatbik edilmiş. Böylece Troia ve çevresi, Orta Avrupa dışındaki yerleşim alanlarından en iyi araştırılmış olanları arasında yer almaktadır. Bölgenin değişik evrelere ait paleocoğrafya haritalarının çıkarılması artık mümkün olabilmektedir. Troia milli parkı için arazi kullanım ve bitki örtüsü değişim çalışmaları yapılmaktadır. 1987 ve 2006’dan aldıkları verilere göre CBS ile bu çalışmalar yapılıyor.

13 Haziran 2019 Perşembe

Hacı Beşir Ağa Vakfı ve Eminönü Hacı Beşir Ağa Killiyesi





Hacı Beşir Ağa’nın Hayatı:

Beşir Ağa’nın 1657 yıllarında Habeşistan’da doğduğu ve hadım edildikten sonra diğer hadımlarla beraber Kahire’deki satılacakları köle pazarına gönderildiği düşünülmektedir. Habeşi hadım köleler burada yüksek fiyata satılmaktaydı. İlk sahibi olarak bilinen İsmail Bey’in ise Mısır’da defterdar olarak çalıştığı söylenmektedir. Beşir Ağa’nın İsmail Bey tarafından azat edilmiş olabilir çünkü 1694 – 1700 yılları arasında Darüssaade ağalığı yapmış olan Yapraksız Ali Ağa himayesinde bulunmuştur. 1713’te Mısır’a Darüssaade Ağası Uzun Süleyman Ağa ile birlikte sürgün ediliyor. Bu sırada Beşir Ağa vekili Hasan Ağa’yı Kahire’deki çeşme yapımı için görevlendirdi. 1715 yılında Medine’de görevlendirilen Beşir Ağa 1717 yılında İstanbul’a geri dönmüştür. Bu sırada hacca giden Beşir Ağa’nın ilk kez hacca gidişi olmadığı ve “Hacı” ünvanını daha önceden aldığı düşünülmektedir. Beşir Ağa 1717 – 1746 yılları arasında yani III. Ahmet ve I. Mahmut dönemlerinde darüssaade ağalığı yapmıştır. 1746 yılında ölmüştür.(Hathaway, 2013)


Hacı Beşir Ağa’nın Hayratları:

Hacı Beşir Ağa’nın tüm hayratlarının listesi aşağıdadır:


1. Eminönü Hacı Beşir Ağa Külliyesi
    1.1 Camii
    1.2 Medrese
    1.3 Sebil
    1.4 Çeşmeler
          1.4.1 Sebil Bitişiğindeki Çeşme
          1.4.2 Avlu Bitişiğindeki Çeşme
    1.5 Kütüphane
    1.6 Tekke
    1.7 Sıbyan Mektebi

2. Eyüp Hacı Beşir Ağa Külliyesi
    2.1 Kütüphane
    2.2 Sıbyan Mektebi
    2.3 Medrese
    2.4 Çeşme

3. Topkapı Sarayı Hacı Beşir Ağa Cami ve Hamamı

4. Çeşmeler
    4.1 Kapalıçarşı Hacı Beşir Ağa Çeşmesi
    4.2 Fındıklı Hacı Beşir Ağa Çeşmesi
    4.3 Hacı Beşir Ağa Sütun Çeşmesi
    4.4 Fatih Hacı Beşir Ağa Çeşmesi
    4.5 Eyüp Hacı Beşir Ağa Çeşmesi
    4.6 Divanyolu Hacı Beşir Ağa Çeşmesi

5. Konya Hadim Kütüphanesi

6. Fatih Hacı Beşir Ağa Sıbyan Mektebi

7. Sebiller
    7.1 Kapalıçarşı Hacı Beşir Ağa Sebili
    7.2 Kahire Hacı Beşir Ağa Sebil-i Küttabı

8. Mısır
    8.1 Camii
    8.2 Mektep
    8.3 Sebil

9. Medine
    9.1 Medrese
    9.2 Sebil

10. Sakız Adası
    10.1 Mektep

Eminönü’ndeki Hacı Beşi Ağa Külliyesi:



Fatih ilçesinde Eminönü taraflarında Alemdar Mahallesi, Alay Köşkü Caddesi ile Hükümet Konağı Sokak’ının kesiştiği köşede bulunmaktadır. Külliye camii, medrese, kütüphane, tekke, sıbyan mektebi, çeşme, sebil ve dükkanlardan oluşmaktadır. H 1158 / M 1745 yılında yapılmıştır. Mimarı bilinmemektedir. Külliyede çalışan görevlilere ve öğrencilere günlük 622 akçe, yıllıksa ortalama 220188 akçe para ödenmektedir. Medresenin müderrisi, 170 akçe ile en fazla ücret alan görevlidir. Ancak bu paradan kendi belirlediği bir meblağı mûid ve muzâfa ücret olarak ödemesi şart koşulmuştur.



Akarları:

■ Fethiye (Kariye Camii) Camii havalisinde sıbyan mektebi üzerinde inşa edilen muallimhane.

■ Hasköy’de Hacı Şaban Ağa Mahallesi’nde 6468 zira arsa üzerinde bir ev ve bahçe.

■ Külliye altındaki dükkanlar

Külliyenin altındaki dükkanlar hariç diğer akarlar aynı zamanda Divanyolu Hacı Beşir Ağa Çeşmesi ile Fatih Hacı Beşir Ağa Çeşmesi için de gelir sağlamıştır.


Cami:


Kesme taş ve tuğladan yapılmış ve kırmızı renk kullanılmıştır. Plan itibariyle erken Osmanlı dönemini benzemektedir. Fakat kalem işi süslemelerinde barok tarzı görülmektedir. Camiinin giriş kapısındaki kitabeye göre II. Mahmut döneminde (1826 – 1839) büyük bir onarım geçirmiştir. Ayrıca 1940, 1959, 1965, 1973, 1986 ve 2008 yıllarında onarım görmüştür. Doğusunda sıbyan mektebi, batısında kütüphane ve medrese bulunmaktadır. Caminin kuzeyinde, avlunun altına 1986 yılında bir yeraltı şadırvanı ile tuvaletler inşa edilmiştir.

Yukarıdaki tabloda Eminönü Hacı Beşir Ağa Külliyesi Camii’ndeki görevliler ve aldıkları ücret bulunmaktadır. Külliyede toplam 65 kişi görev almaktadır. Külliyenin camii en fazla kişinin görev aldığı yapıdır. Görevliler günlük toplam olarak 140 akçe almıştır. En yüksek ücreti ise 30 akçe ile imamın aldığı görülmektedir.

Medrese:





«U» şeklinde bir plana sahip olan medrese vakfiyeye göre 10 odadan oluşmaktadır. Ancak yapı günümüzde 14 mekândan oluşmaktadır. Vakfiyede belirtilen 10 oda, muhtemelen görevliler ve öğrencilerin kalması için ayrılmış olan mekânlardır. Diğer dört mekân ise tuvalet, çamaşırhane ve mutfak gibi servis mekânları olmalıdır. Vakfiyede yer alan bilgilerden medresede 10 kişinin görevli olduğu ve 7 öğrencinin eğitim aldığını öğreniyoruz. Medrese eğitim gören çocuklar aynı zamanda medresede farklı işlerde görevlendirilmişlerdir. Medrese 1832, 1843, 1845, 1869, 1903, 1911, 1916, 1959 ve 1965 yıllarında tamir görmüştür. 1903 yılında kurşunları yenilenmiş, 1965 yılında iç ve dış sıvalar ile döşeme ve ahşapları elden geçirilmiştir. 1959 yılında ise kubbeler ve bacalar tamir edilmiştir. (Günal, 2013)




Vakfiyedeki önemli ayrıntılardan bir tanesi, Muîd ve Muzâf’a ayrı bir ücret ödenmediği ve müderrisin inisiyatifine bırakıldığı görülmektedir.

Günlük 170 akçe ücret alan müderrisin kendi ücretinden istediği kadarını Muîd ve Muzâf’a (Katılımcı?) ücret olarak vermesi şart koşulmuştur. (Tay, 2014) İki öğrenci ferraş, bir öğrenci bevvab, iki öğrenci kütüphane müstahfızı, bir öğrenci kayyım, bir öğrencinin ise hem medresede siraci hem de camide ferraş-ı seccade olarak çalıştığı görülmektedir. Vakfiyenin şartları arasında öğrencilere verilen ikişer akçe yemek ve ikişer akçe mum parası da bulunmaktadır.

Sebil:


H.1157 / M.1744–1745 yıllarında yapılmıştır. Sebilin inşa kitabesi, Şair Rahmi Mustafa Kırımi’ye aittir. Hattatı ise Moralı Beşir Ağa’dır. Dışı yarım daire planlı olan iç kısmı kare planlıdır. Birbirine kemerle bağlı 6 sütun bulunmaktadır. Kemerlerin arasındaki pencereler ise bronz bir şebekeye sahiptir. Sebilin onarım gördüğüne dair bazı arşiv belgelerine rastlanılmıştır. Belgelerde sebilin kurşunlarının değiştirilmesi hakkında yapılan yazışmalar bulunmaktadır. Bu yazışmalar H.1323-1325 / M.1905-1908 tarihli olmaktadır. M. 1907 yılında ise onarımın gerçekleştiği düşünülmektedir. Yazışmalarda 841 kuruşu kurşun, 6300 kuruşu ise diğer mahallerin onarımı için olmak üzere toplam 7141 kuruş masrafla tamir edilmesi gerektiği bildirilmiştir.



Sebilde 3 kişi çalışmaktaydı ve bu üç kişi günlük 24 akçe almaktaydı.

Çeşmeler:


Sebil Bitişiğindeki Çeşme:



Sebilin giriş kapısına bitişik olarak inşa edilmiştir. Üzerinde yer alan inşa kitabesine göre yapı, H.1157 / M.1744–1745 yılında Hacı Beşir Ağa tarafından yaptırılmıştır. İnşa malzemesi mermerdir. Onarımına ait herhangi bir kayıt bulunmamıştır ama sebilin onarımı sırasında çeşmenin de onarıldığı düşünülmektedir.


Avlu Bitişiğindeki Çeşme:



Külliyenin avlu giriş kapısı yanında bulunmaktadır. Çeşme kesme taştan yapılmıştır. Üzerinde yer alan inşa kitabesine göre yapı, H.1157 / M.1744 – 1745 yıllarında Hacı Beşir Ağa tarafından yaptırılmıştır. Onarımına ait herhangi bir kayıt bulunmamıştır ama külliyenin diğer öğelerinin onarımı yapıldığında çeşmenin de onarıldığı düşünülmektedir.




Çeşmelerde toplam olarak 4 kişi çalışmaktaydı. Ferraş-ı Meydan ve hafız-ı tas, çeşme ve musluk, bevvab ve Ferraş-ı Kenif gibi görevleri öğrencilerin yaptığı bilinmekteydi. Her görevliye günde 5 akçe verilmekteydi. Günlük olarak topla 20 akçe verilmekteydi.


Kütüphane:


Kütüphane, külliyenin cümle kapısı üzerindeki inşa kitabesine göre H.1158 / M.1745–1746 yıllarında Hacı Beşir Ağa tarafından yaptırılmıştır. Caminin batı cephesinin bitişiğine yapılmıştır. İki katlı bir düzene sahiptir. Alt katında dükkan bulunmaktadır. Farklı düzenlenmiş bir penceresi bulunmaktadır. Diğer pencereler genelde oval görünüme sahiptir. Kütüphanenin inşasında, taş, tuğla, ahşap, mermer ve maden malzeme kullanılmıştır. Kütüphanenin onarımına ait bir belge bulunmamaktadır ama caminin onarımı sırasında kütüphanenin de onarıldığı düşünülmektedir. Kütüphanedeki kitapların onarımına ait belgeler bulunmaktadır. Bu belgelerde 25 adet el yazmasının tamire ihtiyacı olduğu ve bu eserlerin beşinin onarılamayacak durumda olduğundan kütüphanede kalma şartıyla matbu nüshalarının alınmasının istendiği görülmektedir. Bu beş kitabın her birinin onarımı için yazma başına 60 kuruş, diğer yirmi kitabın durumu iyi olduğundan onarımı için yazma başına 10 kuruş ödenmesi öngörülmüştür. Toplam olarak 500 kuruş masraf yapıldığı görülmektedir.




Kütüphanede toplam 6 kişinin çalıştığı ve günlük olarak toplam 57 akçe alındığı görülmektedir. Kütüphaneden dışarıya kitap çıkarılmasının yasak olduğu yazmaktadır. Çalışmak isteyenlerin kütüphaneye gelip çalışması gerektiği söylenmektedir. Kütüphanenin yapımından kısa bir süre sonra bazı hafız-ı kütüblerin dışarıya beş günlüğüne kitap vermeleri ve birkaç kitabın kaybolması sonucu kütüphane bir süreliğine kapatılmıştır. M. Ocak 1784’te yapılan sayımda kütüphanedeki 38 kitabın kaybolduğu tespit edilmiş ve geri kalan 676 kitap hâfız-ı kütüblere teslim edilip yeni düzenlemeler yapıldıktan sonra kütüphane tekrar hizmete açılmıştır.

Toplam olarak 38 kitap kaybolmuştur ve kütüphanedeki kitap sayısı 676’ya düşmüştür. 1914 yılında kitaplar Sultan Selim Kütüphanesi’ne, 1918 yılında da Süleymaniye Kütüphanesi’ne aktarılmıştır. Şu an Süleymaniye Kütüphanesi’nde bu kütüphaneye ait 611’i yazma, 49’u basma olmak üze 660 kitap mevcuttur. (M. Günal, 2003)


Tekke:




Bağımsız bir yapı olarak inşa edilen tekke, külliyenin diğer yapılarından Hacı Beşir Tekkesi Sokağı ile ayrılmaktadır. Giriş kapısı üzerindeki inşa kitabesine göre yapı H.1158 / M.1745–1746 yıllarında
Hacı Beşir Ağa tarafından yaptırılmıştır. Eğimli bir araziye kurulmuş olan tekke, ana hatlarıyla revaklı bir avlu etrafına sıralanmış mekânlardan oluşmaktadır. Vakfiyede dokuz hücreden oluştuğu yazmaktadır. Ve ayrıca bitişiğine bir meşruta inşa ettiği belirtilmiştir. Hacı Beşir Ağa vakfiyesinde, dokuz hücrenin her birinde bir kişinin kalması, ilk hücrenin ise şeyh efendilere tahsis edilmesini şart koşmuştur.(Tay, 2014)  Mimari özelliklerinden dolayı tevhidhanenin 19uncu yüzyılda genişletildiği ve pencerelerinin düzeltildiği düşünülmektedir. Arşiv belgelerinden yapının H. 1315 / M. 1897 - 1898 ve H. 1324 / M. 1906-1907 yıllarında onarım geçirdiğini öğreniyoruz. H. 1315 / 1897 – 1898 yıllarında geçirdiği onarıma ait bir belge bulunmaktadır. Bu belgeye göre tamir edilmesi gereken yerler için 4300 kuruş gerektiği belirtilmiştir. Ancak tekkenin şeyhi yapının başka bölümlerinde de onarıma ihtiyaç olduğunu belirterek ikinci bir keşif yaptırmıştır. Bu keşfe göre de ilk keşfin dışında 950 kuruşluk bir masraf daha tespit edilmiştir. Toplam 5250 kuruş olan tamir masraflarının önce H. 1314 senesi bütçesinden karşılanması istense de yazışmalar devam ederken H. 1314 senesinin bitmesi üzerine söz konusu meblağın H. 1315 senesi bütçesine dahil edilmesi kararlaştırılmıştır. H.1315 / M.1897-1898 yılından yaklaşık dokuz on yıl sonra H.1324 / M.1906-1907 yıllarında yapının arşiv belgelerine harap bir şekilde diye betimlenmesi onarımın yapılamadığı hakkında bir düşünceye sahip olmamızı sağlar. Hazırlanan keşif defterine göre yapının 12427 kuruş masrafla onarılabileceği belirtilmektedir.



Vakfiyeye göre tekkede on yedi kişi çalışmaktadır ve günlük 115 akçe almaktaydılar. En yüksek ücreti 40 akçe ile tekkenin şeyhi almaktaydı. Tekkede, barınanlar ve gelip geçenlerin yiyip içebilmesi için birçok gıda maddesine dair veriler de yer almaktadır. Gıda maddeleri içerisinde özellikle pirincin çok önemli bir yer tuttuğu görülmektedir. Tekkenin mutfak giderleri için her yıl, pilav için 80 kile533, çorba için 15 kile ve zerde için 4 kile olmak üzere toplam 99 kile pirinç alınması şart koşulmuştur. Ayrıca 600 dirhem, fülfül, 5 kile nohut, 40 vakıyye nemek, 150 vakıyye, soğan ve 50 vakıyye hurma alınması da şartlar arasındadır.(Tay, 2014)


Sıbyan Mektebi:

Birbirinden bağımsız iki katlı bir düzenden oluşmaktadır. Alt kat sıbyan mektebi üst kat ise hünkar kasrıdır. Onarım geçirip geçirmediğine dair bir belge bulunmamaktadır. Ama II. Mahmut döneminde diğer mimari unsurlarla beraber onarım geçirdiği düşünülmektedir.


Vakfiyeden, mektepte toplam 5 kişinin görevlendirildiği ve günlük 63 akçe ücret aldıkları öğrenilmektedir. En yüksek ücreti günlük 30 akçe ile muallim almaktadır. Vakfiyede sadece görevlilerle ilgili değil, burada eğitim gören çocuklarla ilgili de bilgiler yer almaktadır. Bu bağlamda, mektepte eğitim gören çocuklardan her birine her yıl Ramazan ayında; birer kapama, birer fes, birer kuşak ve birer pabuç verilmesi vakfiyede şart koşulmuştur. Bunun yanında mektebe her sene 1000 vakıyye kömür verilmesi şartı da mevcuttur.(Tay, 2014)


6 Haziran 2019 Perşembe

Sharman Apt RUSSELL - Açlık; Doğal Olmayan Bir Tarih Kitabı Üzerine




Sharma Apt RUSSELL kimdir?

Sharma Apt Russell Amerika doğumlu (1954) bir doğa, arkeoloji, açlık, panteizm vb. konularda eser veren bir yazardır. Birçok kitabı olmasına rağmen sadece Açlık kitabı Türkçe diline çevrilmiştir.

Açlık:

Yazar “Açlık” ı yapılan deneyleriyle, ünlü yazar ve bilim adamlarının hikayeleriyle, siyasal ve tarihi süreçleri ile kendi deneyimlerini de katarak anlatmıştır. Benim için ilgi çekici olan ve oldukça göze çarpan kelimelerle de başlıyor. Bunlar: Açlık Sanatçısı ve Profesyonel Aç. Bu tarz tanımları ilk defa duyuyordum. Kitap ilk olarak Kafka örneklemeleriyle başlıyor, G. Orwell, J. Piper vb olarak da devam ediyor. Çokça örneklemeye, hikayeye yer veriyor. Sonra kitap aç kalınma zamanlarından bahsedip açlık grevlerine, hastalıklarına, 1944 yılında 2. Dünya Savaşı sonunda başlayan Minnesota Diyeti’ne ve bu çalışmayla ilgili çıkan kitaplara, açlığın antropolojik verileriyle kıtlığa, oruca değinip sosyal nedenlerle ve Aziz Patrick ile sonlandırmıştır.

Kitabı “keyifle” okudum diye bir cümle kurmak istemiyorum. Çünkü bu kitap çabucak okuyabileceğiniz, elinizden düşürmeyeceğiniz nitelikte olabilir evet ama anlattığı konu ve yazıları düşünürsek keyif kelimesi cümlede biraz öne çıkabilir. “Açlık” kavramının kafamızdaki yerini kurcalamaya başlatan bir kaynak diyebilirim. Aç kalmanın insana faydalarının da olduğunu ama bunu seçme şansı olmadan aç kalmaya mecbur olanların varlığı bizim hep bildiğimiz bir şeydi. Burada bu bilgileri pekiştirip açlığın yakın tarihini görecektik. Antropolojik araştırmaları anlatırken bahsedilen en geç tarih M.Ö 100lere Çin’e gitmektedir. Çin’de kayıtlı olarak o günlerden 1911’e kadar 1800’ün üzerinde kıtlık yaşandığını söylemektedir. Ve bu kıtlığın yamyamlık belirtilerini de doğurduğunu. Diğer antropolojik araştırmalarda ise Kızılderililerden, Ik halkından, Gurage halkından vb. bahsetmiştir. Bu halklar bile değişiklik gösteriyordu. Kimisinde beslenmenin bencilliği doğurduğu kimisinde ise açlıkla yaşamayı öğrenen toplumları görüyorduk.

Açlığın şeker, tansiyon gibi hastalıklara iyi geldiği ama bir süre sonra vücudun kendi kendini tüketmeye başladığını anlatır. Aklıma sorular gelmeye başlamıştı bile eski insanlar hakkında kendi kendimi kurcalayan sorular soruyordum. Avcı - toplayıcı bir topluluk her zaman karınlarını doyurma ihtimalleri düşük peki açlıklarının ona faydaları veya zararları nelerdi? Mesela bir vücudun açlıktan kendini tüketmesi kemiklerden de anlaşılabiliyor mu? Şeker ve tansiyon gibi şeyler sinirle de bağlantı olduklarından kemikte izler bırakabileceğini sinirin iskelette görülebildiğini okumuştum.¹ Bu kitap aklımızda çok sayıda soru biriktirmemize ve bunu araştırmak için kollarımızı sıvamamızı sağlıyor. Kitap arkeolojik verilerle de anlatacağını söylese de prehistorik döneme pek değinmemiştir. Bu yüzden anlatılan verilerle o dönemi kıyaslayarak okumaya devam ettim. Açlığın bir belirtisi olarak yamyamlığın doğduğunu eski dönemlerde de bununla ilgili bulgular olduğu biliniyor. Aç kalınan veya kalınabilecek günleri anlatımı sırasında prehistorik bir insanın 30 gün aç kalabilirse eğer tekrar avlanma ve toplama gücü konusunda çok sıkıntı yaşayacaktır. Bu deneylerdeki insanlar günümüz koşullarında belki bir değişiklik olması isteğiyle yapıyor ve çıktığında onu bekleyen insanlar olacak ve ona yemek verilecekti. Ama bu koşullarda olmayan bir prehistorik insan o zamanın şartları ve vücud tipinin, kaslarının bizden daha iyi olması da düşünülerek yaşanılan güç kaybı sonucu avlanma zorluğu çekecektir. Kaslar yağ ve proteinle orantılı gelişir. Ama buzul koşullarda yaşamayan bir insan her yerde yiyecek bir şey bulabilir. Oruç? Neden bulunmuş olabilir. Bazı yerlerde Prehistorik dönemden beri oruç kavramının olduğu yazıyordu. Bu kavram o zamanlar neye bağlıydı? Bizdeki oruç kavramıyla ilişkisi neydi? Bilinen oruç kavramı anlamına en yakın olarak Japonya ve Hindistan’da daha bariz bir şekilde görülüyordu.

Bu kitap konusunda kötü eleştiri yapabileceğim bir şey yok aslında. Bana kaynaklarıyla beraber açlık tarihini sunuyor ve gerisi bana kalıyor. Açlık ve arkeoloji bağını kendi kafamda oturtmam gerekiyordu. Yemek insanın hayatını şekillendiren bir ihtiyaç, açlık ise zorlaştıran bir mecburiyet durumuna düşebilirdi ya da dini bağlarla desteklenen açlıklar, açlığı araştırmak için yapılan deneyler olabilirdi. Arkeolojik olarak insan hakkında en çok araştırılan şeyler barınma, ritüel ve beslenme ile ilgili şeylerdi. Mesela arkeolojiyi çağ veya devirlere bölerken insanlarını tanımlarken beslenmenin etkisini çokça kullandık. Avcı - toplayıcı topluluk dedik. Sadece beslenme ekonomisine göre isim verilmiş olundu. Neolitik tarıma başlandı o zaman farklı bir devir geldi diye düşünüldüğü olmuştur. Neolitik’i ayırırken çanak çömlek olma durumuna göre ayırdık. Çanak çömlek beslenmenin somut örneklerinden biri. Beslenmelerini bilmek insanları tanımak olurdu. O yüzden küçücük bir tohum tanesine, bir insan dışkısına, dişteki ufak bir kalıntıya sevinen bir bilimiz. Neolitik sonrası ise artık bizim için öncelik değişmişti. Beslenme sistemleri bizim için artık oturmuş ve değişen yeni sistemlerin varlığıyla başka şeylere ağırlık vermiştik. Şimdi ise insanlar olarak açlıkları görmezden gelip çoğunun bencilce yeme isteğiyle dolup taştığı bir dünyada yaşıyoruz. Herkes gazete, internet gibi yerlerde görüp üzüldüğünü söylerken yardım konusunda herkes kaçıyor. Ramazan ayında böyle bir kitap seçmenin ve okumanın sizin için iyi bir şey olduğunu da söyleyebilirim.

31 Mayıs 2019 Cuma

At Nasıl Evcilleştirildi? Atın Evcilleşme Macerası




Atın evcilleştirme haritası


Teknoloji çağının öncesinde insanın en büyük yardımcılarından biri olan atın ilk evcilleştirme buluntuları M.Ö. 3500lere tarihlenmektedir. Bunun gerçekleştiği kültür ise Kazakistan’daki Botai kültürüdür. Bilinen en eski at evcilleştirme verilerine rastlanılan yerlerden biridir. Diğer bir yerleşme ise Ukrayna’da bulunan Dereivka’dır.

Önceleri Orta Asya’daki hava şartlarında yiyecek depolamak isteyen Botai halkı, muhtemelen yaşlı veya sakat atları bir alana kapatarak avlanamadıkları zaman kesip yiyorlardı. Atları o dönemlerde büyük ihtimalle arpayla besleniyorlardı. Çünkü; buğday bulunmuyordu.

İlk olarak atın etinden faydalanan insanlar zaman ilerledikçe onu farklı şeyler için de kullanmaya başlamış ve üremesini de kontrol altına almayı öğrenmişlerdir. Böylece evcilleştirmenin başladığını söyleyebiliriz. Botai’de at evcilleştirmesi tarımın yaygınlaşmasından önce başlamıştır. İlerleyen zamanlarda ise gem kullanmaya başlayan botai halkı artık atın her şeyinden faydalanmaya başlamıştır. 2009 yılındaki çalışmalarda ortaya çıkan verilerde ise çanaklarda kısrak sütünün olduğunu göstermiştir. Ayrıca at kemikleri üzerinde bir takım işaretlere de rastlanmıştır. 



Bu evcilleştirme sürecinde iki tür at kullanılmaktadır. Biri Moğol atı olarak da bilinen Przewalski diğeri de soyu 1887 yılında tükenen Tarpan’dır. Gem kullanıldıktan sonra ise at gücünden faydalanılıyor; binek, taşıma, ertesinde tarla sürmede görülmektedir. İlk gem izleri Botai’de iki farklı kazı alanında görülüyor (M.Ö. 3500 ­ 3000). İp veya deriden yapılan gemsiz kafa tutamaçları (?) ise bu tarihten önce kullanılmış olabilir. En eski örnekleri M.Ö. 1400’de, Synian binicileri illüstrasyonlarında görülmüştür. 



İlk gemler; ip, kemik, boynuz veya ahşaptan yapılmış olmalıdır. Bulunan en eski gem ise M.Ö. 1300 - ­1200 yıllarına tarihlenir (İran yakınları). M.Ö. 2600 ­ 2400 yıllarına tarihlenen Ur Bayrağı’nda ise atlara burun halkaları taktıkları görülmektedir. Madenden yapılan ilk gem ise 1400 yıllarda şu anki İran taraflarında bulunmuştur ve bunu daha da ilerleterek at arabasını bulmuşlardır. İlk at arabası örneği M.Ö. 3000lerde Mezopotamya’da görülmektedir. At arabası savaşların da göstergesi olabilir. Mısır’daki kullanım nedenlerinden birinin de savaş olduğunu bilmekteyiz. Botai şu anki Kazakistan’ın başkenti Astana ve büyük şehirlerinden olan Kökshetau taraflarında bulunan ve İman ­ Burluk ırmağı kıyısında bulunuyor. Steplerin bulunduğu bir coğrafyadadır. Ayrıca etrafında Hint ­ Avrupa dilleriyle Ana Türkçe konuşulduğu düşünülmektedir. Burada bulunan at evcilleştirme serüveni başka yerlere de yayılmaya başlanmıştır.

Peki at şu an evcil midir? Yani özgürlüğünü tamamen unutmuş mudur? Bizce hala o özgür ruhu taşımakta ve onu ait olduğu yerler bıraktığımızda tüm bu özgür ruhla dolaşacaktır.


26 Mayıs 2019 Pazar

Çin'de Pirinç Üretiminin Başlangıcı ve Gelişimi



İKLİM

Holosen dönemin getirdiği ılıman iklim koşullarıyla birlikte topluluklar geniş nehir vadilerine yerleşmeye başlamışlardır. Bu dönemde

güneyden gelen topluluklar yerel halk ile karşılaşmış ve bu pirinç çiftçileri Yangtze Nehri vadisinin orta ve alt kısımlarına yerleşmişlerdir. Bu etkileşimin sonucunda bölgedeki yerel avcı - toplayıcı grupların yeni gelen toplumlara ve onların getirdiği şartlara entegre oldukları ve/veya yeni gelen üretim öğesine sahip olmayı reddedip yağmur ormanlarına çekildikleri düşünülmektedir.


ÇİNDE PİRİNÇ BULGULARI



Çin'in tarih öncesi çeltik tarım üç aşamadan oluşmaktadır.

B​irinci aşama:

● Çeltik tarım sınırlı üretim ilk başlarında açık hava siteleri nehir kıyısında görünür.

● Modern etnoloji göre, tarım "kes-yak" (​"slash-and-burn"​) idi.

● "İlk ekili pirinç" nin bu aşamada İşaretler kaba pirinç bazı yabani özellikleri vardı gösteriyor, ancak ekili pirinç sadece bir tür oldu, ama tohum seçimi ile gelişme göserdi.

İ​kinci aşama​: İkinci aşama, üst, orta ve alt Yangtze üzerindeki Hemudu ve Daxi kültürünü ve Majiabing kültürünü temsil eder. İlk aşama aşağıdaki tarım özelliklere sahiptir:

● Çeltik tarım ekonomisinde yükseliş oldu.

● Hemedu da bulunan 4 tam pirinç tanelerinin Analizi sonucunda orada yetiştirildi gösterir ve i​ndica​ çeltik ekimi olduğunu göstermektedir.



Üçüncü aşama: tarım yepyeni bir aşamaya atladı.




Bu sentez üç aşamada Çin'in tarih öncesi çeltik tarımı analiz eder. 8500BC, Erken Neolitik Dönem ilk sedimanter yerleşmeler olarak görülür ve Çin kendi içinde 4 bölgeye ayrılır. Kuzeydoğu Çin, Kuzey Çin, Orta ve aşağı Yantgze. Erken Neolitik dönemde ehlileştirme yok.

En erken karbonize pirinç bulgularına (8200-7800BC) Pengtoushan kültüründe (Yantgze nehri ortası, Hunan Kuzeybatısı) rastlıyoruz fakat üretim aletleri bu tarih aralığında bulunmuyor. Bu da o tarihlerde kuru tarım ile elde edilen pirinç olduğunu göstermektedir. Pengtoushan kültüründe ehlileşmiş karbonize pirinç bulgusu 7500-6100BC ye tarihlendirilmektedir. (kuru tarım: pirinç doğal hayatta yabani olarak var olması. Islak tarım:pirinç üzerinde ehlileşmenin kesin göstergesi)

Bashidang​, Peiligang ve Cishan kültürleri Pengtoushan kültüründen en çok etkilenen diğer kültürlerdir.

Bashidang​ kültürü Pengtoushan kültürünün ikinci yarısında evre paralel, 8000 yıl öncesine geri izlenebilmektedir. Burada karbonize pirinç buluntular ele geçmiştir. 

 

Cishan Kültürü (8000-5500 BC) Neolitik yerleşmesi Sarı nehrin kuzeyinde kalmaktadır. Cishanda japonica çeşidi pirinç bulunmuştur.(prehistorik dönemde iki farklı pirinç türü görülmekte bunlar ​Indica ve japonica. Bu iki tür sadece Çin'e özgü​ ) Buradaki bulguların bir diğer önemi ise ele geçen alet buluntularıdır. Bunlar ​taş kürek, taş değirmenler (pirinç unu) ve taş oraklardır. Taş oraklar üzerinde yapılan analizler sonucunda ise oldukça düzgün olan izlerden hasadın kolayca yapıldığı sonucuna ulaşılmıştır. Ayrıca 500'den fazla depolama çukuru (7355BC +- 100) nun görülmesiyle tarımın mimari üzerindeki etkisi görülmekte . Bu çukurlarda daha çok darı depolanmıştır.(darı üretimi pirinç üretiminin ardından tarlaya ekilmesi bakımından önem taşıyan bir tahıl )(depolama çukurları artı ürün kavramıyla gelişmekte.)

Peiligang kültürü Cishan kültürünün güney komşusudur.Alet teknolojisi Cishanla aynıdır. Peiligang kültürünün en erken örneği olan Jiahu önemli bir yerleşim yeridir. Burada bulunan çanaklar üzerinden yapılan analizler sonucunda içinde pirincinde bulunduğu bir içecek tükettikleri bilinmekte. (Jiahu; ilk alkollü içecek (7000-6500 BC); yabani üzüm, pirinç, geyik dikeni ve bal ile yapılmış). Tarım ayrıca kültürlerin gelişmelerini hızlandırmış, pirinç tarımının erken örneklerinin görüldüğü Jiahu kültüründe 1000 sene sonra 'Jiahu sembolleri ' erken yazı sembolleri olarak kullanılmaya başlanmıştır.



Hemudu Kültürü (5000-4500BC); Yapay ekili pirincin en erken örneği burada bulunmuştur. Bu kültürle beraber yerleşik köy yaşamının ortaya çıktığı bilinmektedir. Mimarisinde uzun bacaklı evlerin ortaya çıktığı görülür.(bu evlerin ortaya çıkmasında pirinç üretimi için nehire daha yakın oldukları düşüncesi?) Bu kültür aynı zamanda Antik Çin kültürünün gelişmesini sağlayan kültür olarak görülmektedir.

Zhejiang eyaletinde, Hemudu kültür bölgesinde pirinç üretimi M.Ö. 5000'lere tarihlenmektedir. Bulunan pirinç tanelerinin ehlileştirilmiş mi yoksa yabani mi olduğu kesin olarak tespit edilememekle birlikte, yabani oldukları tahmin edilmektedir.

Yangtze nehri civarında, Hemudu kültür bölgesinde yer alan Yuyao yerleşmesinde M.Ö.5500'lere tarihlenen kömürleşmiş pirinç taneleri bulunmuştur. Aynı toprak tabakaları içinde pirinç kabuklarının yanısıra, sap ve hayvan kemiklerinden yapılan, ahşap kollara bağlanmış 76 adet kürek bulundu. Bu keşif pirinç tarımına yönelik kesin kanıt sağladı.



M.Ö. 4000'e tarihlenen Majiabang kültüründeki bir katmanda 100 - 120cm derinlikte duvar temelleri, bir ev, kapıya uzanan yol ile birlikte mutfak, ateş yeri (ocak), pirinç ile çömlekler bulunmuştur. Hayvan kemikleri ve bol kül yığını ile 29 mezar yerleşmede tespit edilmiştir. 1 ile 20 metre uzaklıktaki yerleşimlerle kaplı 500m2 alanda fosil pirinç taneleri içeren 46 prehistorik pirinç tarlası bulunmuştur. Alanların boyutu 1.4 - 16m2 arası değişmektedir. Yuvarlak, yuvarlağa yakın dikdörtgen ya da düzensiz planlı alanlar olarak değişmektedir. Yüzey tabakası yumuşak koyu gri renk ve bataklık ile kaplıdır. Her pirinç alanı sarımsı beyaz renkli sırt ile çevrilidir. Sırtların çevresinde su seviyesini kontrol altına alan drenaj kanalları ve hendekler, sulama sistemleri bulunmuştur. Tarih öncesi pirinç opalleri sık sık pirinç tarlalarından ele geçmektedir. Pirinç taneleri tespiti genelde toprağın arazi dışında elenmesi ile olmaktadır. Pirince ek olarak saz ve darı ele geçmiştir. Buradaki pirinç taneleri yabani pirinç tanelerinden farklılık göstermektedir. Yapılan incelemeler ehlileştirilmiş pirinç olduğunu göstermektedir. Tarih öncesi pirinç tarlalarının üstünde 20 - 50cm arası başka bir kültür tabakası yükselmektedir. Hiç bir deniz kabuğu ya da balık kemiği bulunmaması şaşırtıcıdır.

Pirinç ekimi ile ilgili su taşımada kullanılan (kurak dönemlerde) çömlekler tarzı başka malzemeler de bulunmuştur. Pirinç tarlalarını düzlemek için muhtemelen eller ve ayakların yanı sıra, ahşap sopalar da kullanılmıştır. Kömürleşmiş pirinç artıkları hasat sonrası yakma işlemine işaret etmektedir. İlkbahar döneminde ise alandaki yabani otları öldürmek için suyun, pirinç tohumları ekilmiş alanlara doğrudan hendek üzerinden yönlendirildiğini göstermektedir.

Yangtze Nehri civarında yer alan başka bir yerleşme olan Chuo - dunshan kazısında bulunan pirinç bulguları ise M.Ö. 5370'e tarihlenmektedir.  2003 yılında kazısı yapılan, Yangtze Nehri deltasında yer alan, Chuo-dun-shan yerleşmesinde 100 - 103cm derinlikteki çeltik tarlalarından M.Ö. 5000 yıllarına tarihlenen kömürleşmiş pirinç taneleri ele geçmiştir.




Pirinç bulguları analizlerinde başlıca 3 yöntem uygulanmaktadır. Bunlar; 1-) Mikroskobik analiz yöntemi kullanılarak pirinç opal yoğunluğu tespiti.

2-) C14 ile radyoaktif yoğunluk tespiti

3-) Karbonize pirinç taneleri ve tarihöncesi sulu pirinç topraklarından alınan demineralize toprak incelenmesi.



Darı ile beraber bölgedeki diğer bitkilere oranla yüksek bir protein oranına (%7) sahip olan pirinç, uzakdoğu toplumlarının gelişiminde oldukça etkili olmuş, kültürlerinde önemli bir yere sahip olmuştur. Günümüzde çoğunlukla çeltik tarlalarında yetiştirilen pirincin arkeolojik kalıntıları tarihöncesi dönemde “iyi korunagelebileceği” tarihöncesi çeltik tarlalarında bulunmaktadır. Bu tarlalar muhtemelen, bahar aylarında Tibet platosunda eriyen karlar sebebiyle taşan nehirler veya yine bu dönemde başlayan bölgesel muson yağmurlarının kazılan hendekler üzerinden çeltik tarlalarına yönlendirilmeleriyle suyla doldurulmaktalardı. Doğada yabani şekilde de varolabilen pirincin tarımında uygulanan bu yöntem, ürün/alan oranını arttırmasına rağmen ürün/emek oranını arttırmamaktadır. Günümüzde Fukuoka'nın kağıda döktüğü, tohumları toprağa serpip üzerine de malç olarak pirinç ve darı sapı atılmasıyla uygulanan yöntem de son derece verimli olmakla beraber dönem içerisinde de tarlayla ilgilenilmesini zorunlu kılmaz. Verimliliği arttırmak için kullanılan bir diğer yöntem ise; tarımı önceleri başka bölgelerde yapılmış olan darının, sonbaharda hasadı yapılmış pirinç tarlalarına ekilmesiyle uygulanır. Halihazırda verimlileşmiş toprakta daha iyi yetişen darı da bu verimliliği arttırır; ayrıca halihazırda ıslak olan toprağa ekilen darı, sonbahara nazaran daha kurak olan kış ikliminde daha az sulama ister. En eski olarak M.Ö.

5000lere tarihlenen tarlalarda hem pirinç hem darı kalıntıları bulunmaktadır. Yine M.Ö. 5000lerde ilk tarım aletleri kullanılmıştır. İlk kullanım izleri M.Ö. 9500lere, genetik değişimi ise M.Ö. 11500lere kadar tarihlenen pirinci erken dönemlerde elde etmek isteyen insanların, uygun aletler olmadan çeltik tarlası için çukur ve hatta belki onu destekleyecek hendekler açmaktansa, çevrelerindeki pirinç bitkilerinin korumaya almak ve tohumları toprağa serpmek suretiyle bir nevi ön tarım yapmış olmaları çok daha olasıdır.

24 Mayıs 2019 Cuma

Uruk ve Kentleşme

KENTLEŞME NEDİR?

Toplumun ekonomik, teknolojik, sosyal ve politik yapısındaki değişmelerden doğan kentleşme, teknolojik ve ekonomik gelişmeye koşut olarak kent sayısının artması ve toplum yapısında artan oranda örgütleşme, iş bölümü ve uzmanlaşma yaratan ve insan davranış ve ilişkilerinde değişikliklere yol açan nüfus birikimi süreci, olarak tanımlanır (Keleş, 1993).

Ekonomik öğenin kentleşmede özel bir ağırlığı vardır ve bu yüzden kentleşme tarımsal üretimden daha ileri bir üretim düzeyine geçiş, olarak da tanımlanabilir. Bu geçiş tüm üretim denetleme işlevinin kentlerde toplanmasını zorunlu kıldığı gibi, kentlerin büyümesine ve yoğunluk kazanmasına, heterojenlik ve bütünleşme derecelerinin artmasına yol açmıştır (Tekeli, 1997).

Kent toplumlarına özgü bir çok yapısal özelliğin oluş- maya başladığı ve kentleşmenin ortaya çıkışına zemin hazırladığı için kentleşmeye giden süreç- te önemli bir yere sahip olan bu dönem politik ve ekonomik kurumsallaşma, dolayısıyla merkezileşme, ürünün ve iş gücünün üzerindeki denetim, sosyal ve ekonomik eşitsizlik, yüksek dereceli uzmanlaşma, organize olmuş dış ticaret ve teknolojik gelişme gibi kentleşme açısından çok önemli politik, ekonomik ve toplumsal olayların temellerinin atıldığı bir dönemdir (Frangipane, 2000).

Bir yerleşmenin, “kent” olarak nitelenip nitelenemeyeceğine karar vermek için bir takım ölçütler getirilmiştir. Örneğin, Gordon Childe, 1950’lerde yayınlanan bir makalesinde, 10 maddelik bir liste oluşturmuştur.

Gordon Chılde’ın kent (şehir) olma kriterleri ise;
• Nüfus Yoğunluğu
• Mesleki uzmanlaşma (zanaatkarlar, çobanlar, rahipler)
• Artı ürünün depolanması (tapınak yada kral bünyesinde)
• Anıtsal mimarinin oluşması
• Yönetici sınıfın oluşması ve yetiştirilmesi
• Yazının kullanılması
• Bilimin oluşması (takvimler, astronomi, kanallar, vs..)
• Sanat eserlerinin ve sanatçıların ortaya çıkması
• Yakın ve Uzak ticaret (ticari ve sanayide kullanılacak hammaddenin temini)
• Devlet oluşumu




URUK YERLEŞİMİ 



Coğrafi Konumu

Antik bir Sümer Devleti yerleşimlerinden biri olan Uruk antik kenti;Fırat Nehri'nin bugünkü yatağının doğusunda, nehrin eskiden kurumuş bir kanalının üzerinde bulunmaktadır. Bugünkü Irak 'ta Al Mutanna ilinin başkenti Samava'nın 30 kilometre doğusuna denk gelir. Yerleşim uzunluğu 3 km, genişliği 2.100 metredir. Burada yapılan arkeolojik araştırmalarda, uygarlaşma sürecinin önemli adımlarının atıldığı dönemin bulguları saptanmıştır. MÖ dördüncü bin yılın başlarından itibaren Güney Mezopotamya’daki kentler çekim merkezleri olmuş ve nüfusları hızla artmıştır. Coğrafyacı Tertius Chandler’e göre en gelişkin döneminde Uruk, 80.000 kişilik bir nüfusa sahiptir.

Ticaret ve bürokrasi tapınak veya saray etrafında yürütülmüş. Bunun en üstünde din adamları onları memurlar ve zanaatkarlar, en altta ise basit işlerle uğraşanlar gelir. Tapınaklar sadece ekonomik kontrolü değil ticareti de ellerinde tutar. Hem tarımsal ürünlerin hem de zanaat ve endüstri ürünlerinin toplanması ve üretim fazlasının dağıtılmasını üstlenir.

Sosyal ve ekonomik yaşamdaki iş bölümü sonucunda uzmanlaşmaya bağlı iş sınıfları ortaya çıkmıştır. Uruk kentinin sulama sistemini geliştirerek, artı ürüne bağlı olarak artan servet anlayışı ile yönetici sınıfının ortaya çıkışı sağlanmıştır. Geniş çaplı sulama önemli 4 madde içerir; suyun programlanması (takvimle), inşaat faaliyetlerinin planlanması, iş gücü koordinasyonu, istikrarlı verimlilik(artan servet) ve tüm bu sulama işlerinin savunulması liderliği ortaya çıkarmıştır.





Uruk, gök tanrısı An’a (veya Anu) adanan batıdaki Kullaba ve tanrıça İnanna’ya (Akkadca İştar) adanan doğudaki Eanna adlı iki yerleşim yerinin birleşmesinden oluşmuştur. Alman arkeologların yaptıkları kazılar, kentin büyük bölümünün anıtsal boyutlardaki tapınak ve resmi yapılardan meydana geldiğini ortaya çıkartmıştır. Bu bağlamda kentlerin oluşumundan sonra anıtsal mimarinin gelişimine de bu kent öncülük etmiştir. Büyük ve anıtsal tapınaklar, tapınak kompleksleri, sadece dini yapılar değil sosyal ve ticari hayatın düzenlenip organize edildiği kamusal yapılardır. Kentteki tapınaklar yapılmadan önce inşaat alanı doldurularak yükseltilmiş ve geniş teraslar oluşturulmuştu. Bazı durumlarda da eski tapınakların yıkıntısı düzeltilerek teras olarak kullanılmıştır.



Zigguratlar ise gittikçe gelişen mimarlık bilgisi ve artan iş gücü sayesinde daha yüksek teraslara anıtsal boyutlarda yapılmışlardır. İlk örneklerini Güney Mezopotamya’da MÖ. 4. bin yılda Obeyd Döneminde görüyoruz. Başlangıçta yüksekçe bir platform üzerindeki dinsel yapılar topluluğu biçiminde ortaya çıkan Zigguratlar zamanla 2-7 arasında platformun kademeli olarak yükselmesiyle oluşturulmuş oldukça anıtsal yapılara dönüşmüştür. Zigguratlar sadece tapınak olarak değil aynı zamanda gözlem evi olarak da kullanılmıştır. (astroloji).

Uruk kenti, kenti çevreleyen güçlü surları ve sarayları ile döneminin en büyük ve en gelişmiş kentidir. Surlar payandalarla desteklenerek daha kuvvetli çizmektedir ayrıca surların etrafı hendekle çevrelenmiştir.



Büyüyen kentlerde görülmekte olan tarım ve hayvancılıktan elde edilen ürünlerin dışında kalan ürünler, uzak bölgelerde değiş-tokuş esasına dayanan ticaret aracılığıyla sağlanmaktaydı. Uruklu tüccarlar bu amaçla Mezopotamya’nın bilinen sınırlarına ulaşarak bir ticaret ağı oluşturdular. Kent yaşamının zorunlu hale getirdiği işbölümü, tüccarların yanı sıra değişik iş kollarının oluşmasını da sağladı. Böylece inşaatçılar, tekstilciler ve çömlekçiler gibi mesaisini belli bir uzmanlık alanında çalışarak dolduran ve geliriyle diğer ihtiyaçlarını karşılayan meslek grupları oluşmuştur.

Uruk buluntuları arasında bulunan daha önce muska işlevi gören nesnelerin, silindir mühürler biçimini alarak mülkiyeti tabulaştıran işaretler bırakmak için kullanıldığı düşünülüyor. Mühürler üzerindeki şekiller Uruk aşaması hakkında ve bu aşamayı yaratan halk hakkında bazı ipuçları vermektedir. Mühürlerde hayvan sürüleri, boyunları birbirine dolanmış simgesel doğaüstü hayvan resimleri, elleri arkalarına bağlı savaş tutsakları ve savaş arabası vardır. Rahiplerce yürütülen tören sahneleri de bulunmaktadır. Tanrılar sadece Uruk’a özel olarak semboller halinde karşımıza çıkar. Mühürler üzerindeki tasvirler, kendini tekrarlamazlar. Sanatçılar özgürdür, dilediklerini tasvir ederler.


En eski yazılı buluntular diye göz önünde tutulanlar Uruk yerleşiminin dördüncü katındaki M.Ö. 3000.yıla ait metinlerdir. Mezopotamya yazıları çok erken dönemlerde hâlâ çok basit ve gramer bakımından gelişme süreçlerini geçirmemiş ilkel dilde ticarî ilişkiler için kullanılmıştır. Sonraları diğer amaçlar içinde kullanılmaya başlıyor ve Eski Sümer döneminde ise dilbilgisi kurallarına uygun hâle gelmeye başlıyor. Beyaz tapınak da sayısal tabletler bulunmuştur. Uruk 7. tabakada ilk örnekleri görülen piktografik yazı, Uruk 6. Tabakada artık belli bir düzene sokularak hecelerden oluşan belli bir yazı sistemine dönüştüğünü görüyoruz. Yazının gelişimi ile silindir mührün gelişimi paralellik göstermiştir.



Heykellere bakacak olursak; en erken heykel Rahipler Beyi heykelidir. Çıplak tasvir edilmiştir. Yüz yuvarlak, kafada bant ve çehreli sakal vardır. 2 kol göğüs üzerinde birleştirilmiştir.

M.Ö 4. Binin ikinci yarısında Uruk; İran, Kuzey Suriye ve Mezopotamya bölgeleri ile birlikte Anadolu’ya doğru da bir yayılım göstermeye başlamıştır. Yayılım sonucu Koloni, İstasyon ve İleri Karakol olarak yerleşmeler oluşmuştur. Uruk yerleşmesi tapınakların etrafında gelişen ve genişleyen bir kent yaşamının güzel bir örneğini oluşturur.

Anadolu’dan karşılanan temel ihtiyaç maddeleri nedeniyle Uruk kültürü, Fırat üzerinden Orta ve Yukarı Fırat bölgesindeki birçok merkeze taşınmıştır. Mekânları süslemek için kullanılan konik çiviler, kalıpta yapılmış devrik ağızlı kâseler ve silindir mühürler gibi dönemi karakterize eden buluntulara birçok yerde rastlanmıştır.

Orta Fırat bölgesindeki Habuba Kabira, Tel Kannas ve Tel Brak gibi merkezler aracılığıyla kuzeye taşınan kültür Karakaya ve Atatürk Barajı gölleri altında kalan Hassek Höyük, Samsat, Malatya-Arslantepe gibi merkezden oldukça uzak bölgelere ulaşmıştır. bölgede, yönetici bir sınıfın ve “kent devleti” modelinin varlığı hakimiyet göstermektedir.

Son olarak; Uruk kentinin Geç Uruk Dönemi’nde 2,5 KM boyutlarında bir alanı kaplar ve 25.000 – 50.000 arasında bir nüfusu barındırdığı hesaplanır. Bu rakamlara göre Uruk kenti bu dönemden 2000 yıl sonra kurulan Roma, Atina ve Kudüs gibi kentlerden daha büyüktür.